21 Mayıs, 2007

Türkiye’de, Türkiye için siyaset yapmak...

Sanki hep aynı senaryo ve aynı film. Bitmeyen bir film, bu: Dizi film.

Her bölümde, ölen kahraman, bir sonrakinde tekrar canlanıyor. Kurtulamıyorsunuz! Bu, öyle bir kahramana dönüştü ki, artık ölmesi için dua ediyorsunuz, ama ölmüyor. Hani korku filmlerinde kötü roldeki adam ölür, “hah tamam, kurtulduk dersiniz”... Ama o da ne, aniden bir çığlık, “İYAA!” Ve elinde silahla bir hamle daha yapar. Ama onu öldürecek son bir kurşun vardır; sıkılır ve hepimiz rahat bir nefes alırız. Artık o, “tarih” olmuştur…

Bizde kimse “tarih” olmaz. Türkiye’de “tarih” sizinle birlikte yaşar. O kadar ki, “tarih” bir süre sonra tecrübe ve birikimiyle “Bir Bilene” dönüşür. Her şeyi bilen biri... Düşünsenize, ne mükemmel bir durum! Ancak, onlar mükemmelle de yetinmez, “çok mükemmel” olduklarına inanırlar. Sadece onlar mı? Elbette değil, bir de “ekip” vardır. Bir nevi “kılıç kalkan ekibi”... Her yere beraber gidilir, her yerde birlikte “oynanır”; gerektiğinde yakın koruma gerekirse “bakan” olurlar. Ekip, tarihle sürekli birlikte olunca, o da bir nevi “tarih” olur.

Ekibin bir kısmı, bir ara moda olan, “embedded gazeteci” gibidir, yani, neredeyse içine gömülmüştür kahramanımızın. Her yerde beraberdirler, içilen su ayrı gitmez... Ama o da ne? Birden, anlaşılmaz bir bağırış çağırış arasında, bütün kirli çamaşırlar ortaya dökülür. O kadar abartılır ki, renklilerin yanında “beyazlar” da yıkanır. Her şey “birbirine karışır.” Tüm renkler kaybolur; herkes, hatta her şey artık siyah beyazdır. Restleşmeler, çekip gitmeler başlar. Ama bu ayrılıklar “Ayrılsak da beraberiz” gibi bir şeydir. Çok geçmez, belki bir iki kapı dolaşılır, nutuklar atılır. Bir bakarsınız, sanki hiç ayrılmamışlar ve dillerde aynı nakarat, “Biz ayrılamayız.”

Peki ama, Türk siyasetine demir atan “kahramanlarımız” neyin ürünüdürler? Nereden çıkmışlardır? Elbette “milletin bağrından”. Milletin bağrından fışkıran “kahramanlarımız”, esip gürlerken, sıkışınca “sine-i millete” dönme arzusunda görünürler. Ama hamaset hep yedektedir; vatan ve millet, hamasetin elinde yeniden biçimlenir. Gidişi de dönüşü de muhteşem olur. Yaşananlar karşısında, kendinizi bir “sultanlıkta” hissedebilirsiniz.

“Kahraman”sanız, söylenecek “yeni” sözlere, iddialara çok ihtiyacınız yoktur. Hazır yemekler vardır, onları yeniden pişirip milletin önüne sürersiniz. İş görür mü? Elbette. Yalnız bir koşulu var: “Zamanın Ruhunu” yakalamış olmak. Bir başka deyişle, çanlar sizin için çalacak, bir “rüzgar” esecek, estireceksiniz. Yoksa “şimdi yeni bir şeyler söylemek lazım” artık sadece bir şarkıdır; siyaset ile uzaktan yakından ilgisi yoktur. Zaten “yeni” başa beladır! Adında “yeni” olan hiçbir parti, program bir, olmadı iki seçim sonrasını göremez.

“Siyaset” için hazır klişeler vardır. Üstelik klişeler yolunuzu açar, bir bakarsınız sadece yolu açmakla da kalmamış, yolun kendisi olmuş: Onların üstünde yürüyorsunuz, neredeyse sadece onlarla yürüyorsunuz. Klişeler hafife alınmaz, yılların tecrübesiyle şekillenmiş, çoğu zaman iyi iş görmüştür. Örneğin, her şeyi millet için istemek ve zaten onlar için varolmak: “Kendim için bir şey istiyorsam namerdim” bir klasiktir. Sözle dalga geçseniz bile, bu laf, söyleminizin arasından sızar. Siz kendinizi millete adarsınız! Onlar da size. Ne yaptıysanız ya da yapıyorsanız, sizden önce kimsenin bunu başaramadığını söylersiniz (Zaten “enkaz” devralırsınız hep). Onların 80 yılda yaptığını iki yılda, çok iyimserseniz, bir yılda yaparsınız. Olur mu demeyin, olur. “Rüzgar” hala esiyorsa olur, “medya” zamanın hala sizin zamanınız olduğuna inanıyorsa, daha neler olur. Siz yine başrolü kaparsınız, diğer kapılacakları da kapılananlar…

Zaten seçimi kaybetseniz, sonucun binbir nedeni ve sorumlusu vardır: Siz hariç. Hasbelkader barajı aşar, parlamentoya girerseniz, tek nedeni sizsiniz, gerisi boştur. Şimdi parlamento, yarın iktidar, ufukta sizi bekliyordur. Başrol sürer, kapıda kapılananlarla…

Öte yandan, “küçük olsun benim olsun partileri”, siyasal sistemimizin vazgeçilmezleridir. “Orada” olamadıkları için “burada” olanların kurduğu partilerdir bunlar. Oradakinin sahibi/lideri “mülkiyetine” zarar verme riski olanları barındırmaz. Oraya ne mücadelelerle, ne “kurultay ve delege” hesaplarıyla gelmiştir, artık onun uzmanıdır ve neredeyse sadece bu hesapların uzmanıdır. Siyaset hesap işidir, “işinize gelirse”dir. Program dediğiniz 20-30 sayfalık “kes/yapıştır” bir kitapçık, tüzük dediğiniz iki dudağın arasından çıkan ekibin, lütuflar manzumesi… İki dudağın arasında siyaset, uzun süren bir intihar gibidir. Ölümsüz zanneder kendini bu dudaklar. Estirdiği belagatla yayılır zehir yavaş yavaş damarlara; ilgi ve çıkar beklentileri uzatır zamanı... Yeni “rüzgarlar” esmeye başlayınca, unutulur, üzülürsünüz, yeni rüzgarların ardında süzülürsünüz.

Türkiye’de “iki dudak demokrasisi” vardır. Türkiye’de “lider” oligarşisi vardır. İktidarda veya muhalefette, tüm partileri yıllardır yiyip bitiren gerçek “virüs” budur. Hepimiz bunu biliriz, sindiririz, “işimize bakarız.” Kimin hangi partide, kurultayda nasıl genel başkan/aday olacağı; bir daha seçilip seçilmeyeceği; solda mı sağda mı, merkezde mi, “magazin” mi olduğunu tartışmanın; aynı filmi tekrar tekrar vizyona sokmanın kimseye bir faydası olmadı, olmayacak. Bu filmi, artık “tarih yapmak” zorundayız. Yoksa tüm toplum “tarih olacağız.”

Demokratik siyaset ve siyasal partiler, bu ülkenin gerçek çıkış noktası. Dün de böyleydi, bugün de böyle. Bu, dizi filme dönüşmüş çıkmazı seyretmeyi sürdürmek; senaryoda hala aynı kahramanlara rol biçmek, Türkiye’nin geleceğinden vazgeçmektir.

Artık kendimize itiraf edelim: Türkiye’de siyaset yapmak, bu siyasal partilerde imkansız! Türkiye için siyaset yapmak, bu seçim ve siyasi partiler yasalarıyla imkansız!

Türkiye’nin, yurttaşlık erdemine inanan, siyaseti tümüyle demokratikleştirecek insanlara ihtiyacı var: Anayasal haklarının bilincinde, kendini ortak iyiye ve özgürlüklere adayacak yurttaşlara…

Kırılma Noktası / Siyasal İletişim Gazetesi / 04.02.2005

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails