23 Aralık, 2010

Yorumsuz!

Tan Oral'ın Taraf Gazetesi'nde 19 Aralık 2010 tarihinde yayımlanan bu karikatürünü "yorumsuz" yayınlıyorum.

20 Aralık, 2010

Kemal Kılıçdaroğlu'ndan tarihi sözler...

18 Aralık 2010 tarihinde gerçekleşen CHP 15. Olağanüstü Kurultayında Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu "tarihi" denebilecek sözlerle "iki dudak demokrasisi"ni bir genel başkan'ın ağzından ilk kez bu kadar açık seçik ifade etti. Bu sözleri, Parti Meclisi seçimlerinin "çarşaf" liste ile yapılmasını sağlayarak taçlandırılabilirdi. Ancak "blok listeyi" tercih etti. Şimdi milletvekillerinin nasıl seçileceği, konusunda sarfettiği sözlerini ne kadar tutacağı, kendisi için büyük bir tutarlılık sınavı olacak. 


Aşağıda CHP'nin internet sitesinde yer alan Kurultay konuşmasından alıntılanmış ilgili bölümler yer alıyor:
"Ve gelelim başka bir konuya. 12 Eylülcülerin yaptığı yasalardan biriside siyasi partiler yasasıdır. Allah aşkına bu siyasi partiler yasası Türkiye’de demokrasinin önünü tıkamıyor mu? Milli irade diyoruz. Hangi milli iradeden söz ediyor Recep Bey? Hangi milli irade? Sen liste yapıyorsun, partiler liste yapıyor vatandaşın önüne koyuyor. Ya oy verirsin ya da oy kullanmazsın diyor. Oy veriyor vatandaş, efendim milli irade tecelli etti. Bu milli irade değildir. Söz, Cumhuriyet Halk Partisinin sözü milletvekilini vatandaş kendisi seçecek.  Yani bizim vatandaşımız kendi milletvekilini seçemiyor mu? Bunu kaldıracağız. Halkın iradesi parlamentoya yansıyacak. O irade milli iradedir işte.

Ve size söz o siyasi partiler yasası bugünkü lider sultasını yarattı. O sultayı da yıkacağız. Lider sultası olmayacak. Her vatandaş gidecek sandıkta oyunu kullanacak, kendi milletvekilini seçecek ve o milletvekilinden de yeri geldiğinde hesap soracak. Çünkü biz demokrasiye inanıyoruz. Halkın iradesine inanıyoruz biz. Daha önce söylemiştim bir daha söylüyorum Sayın Başbakanın kulakları duysun diye söylüyorum. Bizim iktidarımızda %10 seçim barajı ucubesine de son vereceğiz, kaldıracağız bunu. "

17 Aralık, 2010

İki dudak demokrasisi arşivine katkı -1-

Aşağıdaki haber ve demeçler, Türkiye'de "iki dudak demokrasisi"nin aldığı şekli ve ulaştığı düzeyi göstermesi açısından birer ibret vesikası olarak mutlaka kayıtlara girmelidir. Şimdilik yorumsuz aktardığım bu demeç ve sözlerin,  bu konuyu uzun zamandır takip edenler açısından "yoruma" ya da bir açıklamaya yer bırakmayacak kadar kayda değer ve sarih olduğu görülmektedir.


Tarih: 27.11.2010 - Hürriyet Gazetesi (Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile gazeteciler uçakta söyleşiyorlar. Aşağıdaki alıntı birçok gazetede aynı gün aynı şekilde yayımlandı.)


"Haziran'da seçim için start verdiniz. Yeni isimler olacak mı? 
Bizi dışarıdan bazıları eleştiriyor, onu açıklamamda fayda var, parti içi demokrasi çalışmıyor filan diyorlar. Bizde vekil olmak Tayyip Erdoğan'ın tasarrufunda değildir. 7-8 kişilik ekip var sonunda ona riyaset (başkanlık) eder. Süreç, en alt kademede ilçe teşkilatlarında başlar. Aday adayları için de birinci eleme yapılır. Sonra oralara görevlendirdiğimiz bizim her ile yönelik kişiler vardır. Onlar adaylar üzerinde ayrıca çalışır. Puanlama yapar, bize bildirirler. Sonra o 8 kişilik ekip onlar üzerinde tek tek çalışma yapar. Sonra da o ilimizde kimlerin aday olacağına karar veririz. Tek başıma benim kararım değil. Tabii ki genel başkan olarak bizim de ihtiyaca göre “Şu alanda şu arkadaşı tavsiye ediyorum” demişimdir, o kadar hakkımız da olur. "

Tarih: 11.12.2010 - Vatan Gazetesi (Eski CHP Genel Sekreteri Önder Sav, 18 Aralık tarihinde yapılacak CHP Olağanüstü Kurultayı öncesinde Blok-Çarşaf liste konusunda Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu ile yaptığı görüşmeden çıkışta gazetecilerin sorularını yanıtladı. Bu demeçler de birçok gazetede aşağıdaki gibi yer aldı.)

"Blok listeye karşı mısınız?
Deniz Baykal’ın genel başkanlığı döneminde, tüzük değişikliği yapılırkenki düşüncemi kamuoyu bilir. Örgüt tercihlerine açık bir siyasetçiyim. Örgütten kopuk, örgüte rağmen siyaset yapılmasını da uygun bulmam. Çarşaf listenin, örgütün daha sempatiyle karşılayacağı bir liste olacağını hep düşünmüşümdür; hep önseçimi yeğlemiş bir siyasetçiyim. Örgütümüzün asla bir umutsuzluğa kapılmaması gerekir. CHP’yi elbirliği ile iktidara taşıyacağımız günlerdeyiz. CHP, iktidar yürüyüşü başlatmalıdır. Bu yürüyüşte herkes eline taşın altına sokmalıdır. ’Ben’ değil, ’biz’ diyebilmelidir, duygularını geride bırakmalıdır. Aklımızı egemen kılmalıyız."

Sav, Baykal’ın, "PM’nin çarşaf mı yoksa blok liste şeklinde mi yapılacağının gizli oyla belirlenmesine" yönelik önerisinin hatırlatılması üzerine, "Kurultay iradesi ortaya çıktığı zaman, herhangi bir engel olmaz. Onu kurultayın iradesi, delegeler belirler" dedi.

Tarih:14.12.2010 - NTV ( CHP Eski Genel Başkanı Deniz Baykal NTV Ana haberde Can Dündar'ın Konuğu oldu. Uzun süren söyleşi, 6 bölümde ntvmsnbc sitesinde yer aldı. Aşağıdaki link "iki dudak demokrasisi" açısından en can alıcı bölüm. Elbette söyleşinin tümü izlenmeli.)

Deniz Baykal'ın röportajına ulaşmak için lütfen TIKLAYIN!

08 Kasım, 2010

“İki dudak demokrasisi”nin iflası

CHP’de yaşananlar demokrasimizi kemiren “çaresiz” bir “vesayet” hastalığının açığa çıkmasıdır. Tüm siyaset dünyamıza salgın halinde yayılmış bu hastalık, bir süre önce Saadet Partisi’nde hatta geçen yıl sonunda DSP’de (DSHP'de) yaşananlarla tekrar gün yüzüne çıkmıştı.

Ancak Saadet Partisi ve DSP yeterince “büyük” siyasal partiler/hareketler olarak görülmedikleri ve “iktidar”a çok yakın durmadıkları için yaşadıkları, parti-içi kavga, hizip çatışması gibi geçiştirildi. Bu “vesayet” hastalığının siyaset dünyamızı, milli iradeyi uzun yıllardır nasıl esir aldığı gündeme yeterince oturmadı ve her zaman olduğu gibi hakkıyla tartışılamadı.

Hastalığın adı, demokrasimizi, siyasal partilerimizi yiyip bitiren, halkı basit bir tasdikçi konumuna indirgeyen, yasamayı yürütmenin emrine amade kılan, milletvekillerini gizli oy milletvekiline çeviren, çoğunlukla genel başkan ve ekiplerinin siyasi partilerine tümüyle egemen olmalarıyla açığa çıkan, “iki dudak demokrasisi”dir.

İki dudak demokrasisi, milletin iradesinin yerini, siyasi partilerin genel başkanları ve yakın bir ekibinin aldığı, demokrasinin biçimsel "oyuna" dönüştüğü bir vesayet rejimidir.

İktidar partilerinde olağanlaşmış, kabullenilmiş hatta başka türlüsü düşünülemeyecek bir aşamaya gelmiştir. Mecliste olan veya olmayan diğer partiler ve tabii ki ana muhalefet partisi için de uzun zamandır “normalleştirilmiş” bir durumun iflasıdır, yaşadıklarımız.

Mevcut yapı, siyasi partiler rejiminin dokularına işlemiştir. Tüm uygulamalara egemendir. Hatta o kadar ki CHP’de yaşanan “sarsıntıda” Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun ağzından dökülen kimi sözler bunun “düzeyi” konusunda çok önemli ipuçları vermiştir: Yok şu benim elimin altında olsun, yok benden izinsiz konuşma, yok hareket etme, yok arabayı aldılar... Arabaya da izin vermiyorum. Bunları kaldıracağız. Yok böyle bir şey.”


Bu düzende milletvekilleri, belediye başkanları genel başkanlara veya egemen ekiplere rağmen asla seçilemez. İl, ilçe başkanları için de durum aynıdır, seçilirse ilerde "kan uyuşmazlığı", "ortak dil oluşturamama", "genel merkezin hızına yetişememe" vb. gerekçelerle ya görevden alınır ya da istifa etmek zorunda bırakılır. Çünkü bu düzende partilerin liderleri olmaz, liderlerin partileri olur. Hayat izin verse ilelebet payidar olacak olan da budur.

Saadet Partisi’nin “sahibi” Erbakan’ın “seçtirdiği” Genel Başkan Numan Kurtulmuş, sahibin ve ekibinin kontrolü ve taleplerine daha fazla dayanamadı. Kurtuluşu istifada aradı,“kendi” partisini kurdu. Eşinden “miras kalan” DSP’nin kontrolünü elinde tutamayacağını anlayan Rahşan Ecevit de, geçen yıl “kendi” partisini kurdu, başına bir genel başkan “atadı”, ama onu da “kontrol” etme isteği nedeniyle bir ay bile yoluna devam edemedi.

Şimdi, CHP’de yaşananlar, ortaya dökülenler “iki dudak demokrasisi”nin iflasının doruk noktasıdır.

Bir kaset skandalıyla istifa etmek zorunda kalan Deniz Baykal’ın yerine “uygun” gördüğü Kemal Kılıçdaroğlu’nu Genel Başkan “seçtiren” CHP Genel Sekreteri Önder Sav ile Kılıçdaroğlu’nun yaşadıkları siyasal partilerimizi, siyaset dünyamızı yiyip bitiren “vesayet” hastalığının ne düzeyde olduğunu gözler önüne serdi.

Kılıçdaroğlu’nun şu sözleri çok dikkat çekicidir: Korku imparatorluğu vardı Türkiye'de. Partideki korku imparatorluğunu yıktık.”

Mevcut yapının bir ürünü olan kişiler ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, “korku imparatorluğu”nun yıkılması o kadar kolay değildir. Demokratik bir tüzüğe sahip olmak da bunun yeterli güvencesi olamaz. Sanki bir anda yok olmuş gibi görünen “iki dudak”ın,  “Kılıçdaroğlu’na CHP’yi öğretmek” hevesinden nasıl vazgeçmediğini, ilk seçimden sonra yeniden hortlamaya ne kadar hazır olduğunu görmek kimse için şaşırtıcı olmamalıdır.

“İki dudak demokrasisi”ni gerçekten sonlandıracak olan, belli bir süreyi alsa da parti-içi demokrasiyi kurumsallaştıracak, daha demokratik bir siyasal partiler ve seçim yasası, son tahlilde bunu da güvenceye alacak yeni bir Anayasa yapmaktır.

Siyaset yapma kanallarını, siyasi partileri demokratikleştirmeden Türkiye’nin dönüşmesini beklemek bir hayaldir. 

Bu durum Türkiye’de, sivilleri, askeri ve bürokratik egemenler karşısında zayıf bırakan, yine "sivillerin" sınırları ve kuralları çok önceden çizilmiş, bir oyun alanı içinde güç devşirdiği, devletin belli olanaklarını paylaştırdığı/dağıttığı, patronaja dayalı çarpık "otoriter" bir yapıya yol açmaktadır.

Ancak Anayasa'nın, mevcut yasal düzenlemelerin bile engel olamadığı "iki dudak demokrasisi”ni  kırmayı başarmak, toplumun farklı kesimleri ve özellikle "aydın" kitledeki "vesayet" algısının bu yönde bir dönüşüm geçirmesine doğrudan bağlıdır. Bu algı değişmezse, “iki dudak”lar ittifak içinde oldukları toplumun sosyal, kültürel, ekonomik üst katmanlarında yer alan aktörlerinden ve “aydın”lardan beslenerek egemenliklerini sürdüreceklerdir.

05 Temmuz, 2010

Vesayet, demokrasimiz kadar zihinlere de hakim!

Zihinlere hakim olan “vesayet” kalkmadan, Türkiye’de “vesayet ve demokrasi” ilişkisi üzerine konuşmanın, anlaşmanın ne kadar güç olduğu bir kez daha görüldü. Yıllardır vesayet tartışmalarında ısrarla görmezden gelinen, demokrasimiz üzerindeki “lider sultasının” oluşturduğu vesayet, yine “daha önemli” vesayet(ler) karşısında görmezden gelindi. Yokmuş, o bir “vesayet” değilmiş gibi yapıldı.

Bu ay Abant Platformu 22. toplantısını Türkiye’nin en temel sorunlarından biri konusunda gerçekleştirdi: Vesayet ve Demokrasi. Toplantının sonuç bildirisinden demokrasimiz üzerindeki vesayetin birçok açıdan ele alındığını görmek mümkün. Biri hariç, genel başkan ve ekiplerinin siyasal sistem, TBMM ve partileri üzerindeki vesayeti.

Bu konuyu açık bir biçimde ele almama ya da sonuç bildirgelerine yansıtmama ısrarını anlamak gerçekten çok zor. 60 yıl önceki Tek Parti ideolojisinden, etkilerinden, sonuçlarından bildiride bahsedenlerin, 2010 yılındaki neredeyse iktidarı ve muhalefetiyle bütün siyasal partilere egemen olan “tek adam” düzeninden ve sonuçlarından tek satırla bahsetmemelerini anlamak mümkün değil.

Bildirinizde Vesayet sadece anayasal hukuki düzeyde kurumsal olarak karşımıza çıkan bir demokrasi engeli olmayıp aynı zamanda bir siyasi kültür temelli zihniyet kalıbı niteliğindedir. “ diyeceksiniz… Bununla yetinmeyip, Vesayetin gündelik hayata sirayet eden ve rutinleşen zihniyeti karşısında insan yetiştirme düzenimiz yeniden ele alınmalı, mevcut müfredat her türlü vesayetçiliğe karşı duyarlılık geliştirilmesi yönünde düzenlenmelidir.diyeceksiniz…



Hatta, Demokratik siyasi hayat ile bağdaşması mümkün olmayan vesayetçiliğin toplumsal taşıyıcısı niteliğinde görünen ve toplumun ekonomik ve kültürel bakımdan üst katmanlarında yer alan aktörlerin sivil toplum ve medya üzerinden vesayet düzenine temin ettiği destek demokratikleşmemizi engellemektedir. “ de diyeceksiniz.

Ama bu saptamaları yapan,  toplumun ekonomik ve kültürel bakımdan üst katmanlarında yer alan aktörler olarak, Askeri bürokrasinin Anayasa Mahkemesi’nin AB sürecinin vesayetle ilişkisine açık bir biçimde değinecek, en az onlar kadar somut ve etkili “lider sultası” üzerine tek bir söz etmeyeceksiniz.

Çok geçmişe gitmeyin, sadece TBMM’de Anayasa değişiklikleri ile ilgili son gizli oylamada yaşananlar da mı kimsenin aklına gelmedi? Türkiye’de “milli irade” arayanların, gerçek demokratik bir Anayasa isteyenlerin Meclis’i sadakat ve itaatten müteşekkil bir yapı olmaktan çıkarıp, kendi iradesiyle “cesaretle” hareket edebilen yurttaşlar Meclisine dönüştürecek ne yapabiliriz, diye bir önerileri de olması gerekmez miydi?

Haklı olarak “Savunma, güvenlik ve istihbarat konularında sivil kesim ile askeri kesim arasındaki bilgi asimetrisi demokratik denetim lehine dengelenmelidir.diyen bir bildirinin, milletvekillerimizi birer “gizli oy milletvekiline” dönüştüren, milletvekillerinin iradelerine aday oldukları ilk gün konan ipotekle de ilgili açık açık birkaç söz etmeleri gerekmez miydi?

Her şeyin ilacı “demokratik anayasa”, herkes hem fikir. Ancak bu “demokratik” sıfatını anayasaya giydirebilmek sanırım beklendiği kadar kolay olmayacak, zihinlere egemen olan bu “vesayet kültürü” (korku) çözülmeden ciddi bir adım atma şansımız yok.

Aslında anlaşılmayacak da bir şey yok: Vesayet, sadece askeri, bürokratik devlet aygıtına sızmış değil, “sivil” zihinleri de, zihniyeti de esir almış görünüyor. Lider sultasını (oligarşisini) da çözmeden o bildiride bahsedilen hiçbir şey için değil adım atmak, siyasi partilerde gündeme getirmenin bile mümkün olmadığını bilenlerin hangi saiklerle hareket ettikleri, hangi hayal aleminde gezindiklerini, artık bu konuda zihinlere sinmiş olan “korkuyla” açıklamaktan başka şans kalmıyor.
Bütün iyi niyetli çabalar da “otoriteyi” eleştirirken bile taklit eden öneriler manzumelerine dönüşüyor.

“Vesayet ve demokrasi” konusunda bir toplantı düzenleyeceksiniz, sonuç bildirgesini 2 saat tartışacaksınız ve etkileri bu ülkenin siyasal sisteminin her köşesine en az askeri-bürokratik vesayet kadar sızmış olan “lider sultasından”, siyasal partiler düzeninden 16 madde içinde tek satırla bile bahsetmeyeceksiniz. Bu durum, hangi “vesayetin” ürünüdür?

Ancak Mart 2010 tarihinde TÜSİAD’ın bir dergi kapağı fotoğrafı ve basın toplantısı ile gündeme taşıdığı (taşıyabildiği) 6-7 köşe yazarı-gazeteci dışında neredeyse herkesin görmezden geldiği, “tartışamadığı”, hiçbir siyasi parti liderine sor(a)madığı lider sultasını, en az TÜSİAD kadar cesaret edip bildirilerinin bir maddesine bile açık açık yazamayanlar, “vesayet ve demokrasi” konusunda bir açıklama yaptıkları zaman ne kadar inandırıcı olabilir, cidden merak ediyorum.

Askeri/bürokratik vesayetten beslenenler, liderlerin sultasına indirgenmiş, siyaset yapmayı belli kişi ve zümrelere boyun eğmeye dönüştürmüş bu yapı ile kol kola, Türkiye'nin yıllardır gerçek bir "demokrasi"ye kavuşmasını engelliyorlar. Üstelik iktidarda veya muhalefette olsun, tüm siyasi partilerin içinde yer aldığı değişmez bir suskunluk sarmalı bu.  Anayasa'nın, mevcut yasal düzenlemelerin bile engel olamadığı "iki dudak demokrasisi" kırılmadan, "aydın" kitledeki "vesayet" algısı bu yönde bir dönüşüm geçirmeden, Türkiye'nin temsili bir demokrasi olarak nitelendirilmesi ve demokratik bir Anayasa yapması olanaksız. Anlaşılıyor ki bu ülkede demokrasi mücadelesi, önce bu ülkenin aydınlarının /elitlerinin beyinlerindeki “vesayeti” sorgulamayı başardıkları, cesur olmanın en az iyi fikirlere sahip olmak kadar önemli olduğunu kavradıkları gün bir merhale kat edecek.

Abant toplantısının sonuç bildirisinde şöyle bir saptama daha var: “Toplumu kutuplaştıran bu vesayetçi düzen ve onun ürünü olan diyalog ve empati yoksunluğunun yol açtığı sorunlar, ancak geniş, çoğulcu ve katılımcı usullerle yapılacak yeni bir sivil ve demokratik anayasa düzeniyle aşılabilir. Böyle bir anayasanın Türkiye toplumunu meydana getiren ve statükoyla sorunları olan kesimlerin ortak bir dil, vicdan ve akıl geliştirmeleriyle mümkün olacağı açıktır.” 

Doğru söze ne denir?


Bu makale 05.07.2010 tarihli Taraf Gazetesi'nde yayımlanmıştır: Tıklayın!

05 Mayıs, 2010

Gizli oy milletvekilleri


Oylama “ne güzel” gidiyordu. Anayasa değişiklikleri, tek tek AK Parti milletvekillerinin oylarıyla kabul ediliyor, bazen BDP milletvekilleri, bazen bağımsızlar da “evet” oyu vererek destekliyordu Anayasa paketindeki maddeleri…

Ta ki “Ergenekon terör örgütü” AK Parti içindeki milletvekillerini “uyandırana” kadar! Evet oyları 327’ye düşünce ve böylece parti kapatmalarıyla ilgili madde de paketten düşünce, diğer “uykudakiler” birden uyandı, kendini Ergenekon’un ellerine terk etmiş milletvekillerini teşhis yarışına girdi.

Ve bu yeni “uyanıklar” için, o dakikaya kadar “milli irade” olan, o dakikadan sonra düştü, “Ergenekon’un iradesine” dönüştü.

Gelin görün ki Ergenekon'un uyandırdığı bu milletvekilleri, ertesi gün Anayasa Mahkemesi’nin yapısını değiştiren maddeyle ilgili yeniden "Evet" verip tekrar uykuya yattılar! Bir daha uyanırlar mı bilemiyoruz...

Bu komplocu analizlerle her şeyi açıkladıklarını zannedenlerin farkedemedikleri şu: Bu milletvekilleri daha önceki gizli oylamalarda da ortaya çıkan, sadece gizli oylamalarda kendini ifade şansı bulan “gizli oy milletvekilleri” idi.

Kimdir “gizli oy milletvekilleri”?

“İki dudak demokrasisi” olan Türkiye’de, gerçek iradelerini sadece “gizli oylamalarda” gösterebilen, yürütmenin emir ve komutasına girmiş “yasayamama” organı Meclis’in çaresiz milletvekilleridir.

Ama “kendilerini millete seçtiren” genel başkanlarının emir ve komutasında hareket etmekten başka bir şeyi akıllarının ucundan bile geçirmeyenlerin, böyle bir sonuçta ilk aklına gelen, “fire listesi/ihbar tutanağı” hazırlamak…

E tabi bir de sadece kendine “demokrat”, sadece kendi istekleri/savundukları yönünde oy kullandıkları zaman milletvekillerinin “milli irade”yi temsil ettiğini zanneden, “aydın/gazeteci/yazar” zevat var.

Onlar şimdi, Meclis’te “Ergenekoncu” avına çıktılar. Ve belki de Türkiye’nin derinlerine işlemiş birçok konuda “aydınlanmasına” vesile olabilecek bir yargılama sürecini bulandırmaktan, sulandırmaktan başka bir işlev yerine getirmiyorlar.

Peki , Ergenekoncu milletvekili listesinde yer aldığı ileri sürülen bir milletvekili bu listeyi hazırlayan milletvekiline nasıl itiraz etti: “Başbakan yalakalığı yapıyorsa hesabını verecek, Başbakan uçurumdan atlarsa, bize yakışan onunla atlamaktır. Ben ful destek verdim.”

Bu oksimoron savunmayı okuyunca “acaba hepimize yakışan hep birlikte uçurumdan aşağıya atlamak mı” diye içinizden geçirdiniz mi?

Aklıma bir de şu soru geliyor:

Türkiye’de “milli irade” arayanların, gerçek demokratik bir Anayasa isteyenlerin Meclis’i sadakat ve itaatten müteşekkil bir yapı olmaktan çıkarıp, kendi iradesiyle “cesaretle” hareket edebilen yurttaşlar Meclisine dönüştürecek ne yapabiliriz, diye düşünmeleri için bu “olay” bir vesile olabilir mi?

“Hayır!”

Neden, hayır? Çünkü eninde sonunda aynı noktaya geliyoruz: Türkiye bir iki dudak demokrasisi. Askeri, sivil vesayetin hiçbir biçimde ortadan kaldırılamadığı, bırakın kaldırılmasını, askeri/bürokratik vesayetin yerine “sivil vesayeti” ikame etmenin “demokratlık” sanıldığı bir ülke…

Ve işte bu nedenle “milli irade” zannettiğimiz şey, “gizli oy milletvekilleri” ile bir kez daha teşhir edilince, ardında aramamız gereken Ergenekon’dan önce, milletvekillerinin iradelerine aday oldukları ilk gün konan ipotek!

İpotek, sadece “gizli oylamalarda” çözülüyor gibi oluyorsa, kimi partiler milletvekillerini Meclis’e sokmayarak Anayasa değişikliği için “olumlu” oy kullanmalarını engelleyebileceğini hesaplıyorsa, artık biraz düşünün, “millet egemenliği”, “demokrasi” bunun neresinde?

12 Nisan, 2010

Bir Saddam diktatörlükse, beş Saddam demokrasi midir?

Prof. Dr. İskender Öksüz, bu hafta sonu Star Gazetesi'nin Açık Görüş ekinde bu soruyla başlıyordu, "Aslanlar, tilkiler ve siyasi partiler..." adlı  yazısına. Evet, anlaşılacağı gibi TÜSİAD'ın Görüş dergisi kapağının yansımalarını takibe devam ediyorum.


Aşağıya yazının linkini koyacağım , ancak daha önce yazıdan yaşadığımız siyasi partiler düzenini betimleyen bazı paragrafları buraya da alıntılamak istiyorum. Öksüz'ün de çarpıcı bir biçimde ortaya koyduğu, ama siyasi parti liderlerini, liberal aydınlarımızın büyük bir kısmını bir türlü "çarpmayan" analizler:
"Batı demokrasilerindeki partilerle bizimkiler arasında bir fark seziyor musunuz? Onların siyasî partileri asırlıktır. Liderler sık sık değişir. Bizde partiler sık sık değişir. Liderler sabittir.  Alman Hıristiyan Demokrat Partisi’nin beş yıl önceki liderini hatırlıyor musunuz? Ya 15 yıl öncekini? Hatırlayın veya hatırlamayın aynı insanlar değildi. Ya Sosyal Demokrat Parti’nin? İngiltere’ye geçelim. Muhafazakâr Parti’nin lideri ne zaman değişti? Beş yıl önce kimdi? Ya on yıl önce?  Peki, ABD’nin “lider isimleri”? Biliyorum sonuncuda sistem farklı, ama hepsinde liderlerin ömrü, partilerin ömründen çok daha kısadır.

Burada bir tuhaflık var. Onlarda partilerin liderleri, bizde liderlerin partileri oluyor. Lideri seçimle değişmiş kaç partimizi biliyorsunuz? Artık silinmek üzere olan, yüzde birlerin altında oy alanlar hâriç liderin değişmesi söz konusu değil. Tam tersine, liderin başına bir iş gelirse, meselâ vefat eder veya Cumhurbaşkanı seçilirse parti buna dayanamayıp göçüyor. Benim hatırlayabildiğim tek istisna, CHP’de Ecevit’in seçimle İnönü’nün yerine geçmesidir. Bu biricik değişimin dışında bizdeki yapı bugünkü gibi -Allah uzun ömürler versin-  “Erdoğan’ın partisi”, “Baykal’ın partisi” ve “Bahçeli’nin partisi” şeklindedir. Bu isimlendirmelere itiraz edebilirsiniz ama itiraf edin, bunlar size manasız gelmiyor. Buna karşılık Bush’un partisi, Schröder’in partisi, Tony Blair’in partisi pek makul sözler değildir. Her birinin partisi vardı tabiî, ama onlar partilerinindi, partileri onların değil."

"1980 öncesinde temel aynı olsa da genel durum bugüne göre biraz daha iyiydi. Ecevit-İnönü değişimi veya pek az kişinin bildiği 1980 öncesi MHP’nin gelenek dışı parti içi demokrasisi gibi istisnalar da yaşanabiliyordu. Milletvekili adayı belirlemede merkezin ağırlığı büyüktü ama bütün adaylarını “merkez yoklaması” ile seçen bir partiye “zayıf ve hastalıklı” teşhisi konurdu. O zamanın zayıflığı, hastalığı bugünün olağanıdır. TÜSİAD dergisinin, bütün AKP grubuna Erdoğan, bütün CHP grubuna Baykal ve bütün MHP grubuna Bahçeli yüzü giydiren kapağının bir sebebi vardır.
Partiler ilçe kongreleriyle illeri, il kongreleriyle büyük kongre delegelerini, büyük kongre de genel başkanı ve genel merkez teşkilâtını belirler diye mi düşünüyorsunuz? Bir daha düşünün! Okuyucularımın buna inanacak kadar safdil olmadığını biliyorum. Gerçek bunun tam tersidir. Partinin tepesi ilçe kongresi delegelerini, onlar da sırasıyla il ve büyük kongre delegelerini, bu delegeler de “demokratik seçimlerle” genel başkanı ve genel merkezi belirlerler. Özetle: Genel başkan kendini seçecekleri seçer. Yaşasın demokrasi! Yaa! O kadar ki, sağlama almak için beğenmediği il ve ilçelerin hepsini fesheden; sonra aradan biraz zaman geçince beğenmeyip bir daha fesheden, sonra... Canınızı sıkmayayım ve sonunda -bakın şu Allah’ın işine- oy birliği ile seçilen genel başkanlarımız var."
(...)

"Ortak bir değer uğruna hareket edilen, fakat hareket tarzı için her an, en iyisini bulmak maksadıyla hür tartışmaların yapıldığı bir kuruluş! Sony’nin kurucu aslanı Akio Morita’nın bir hikâyesini hatırlıyorum. Morita, yaklaşan genel kongrede seçilecek yeni yönetim kurulu üyeliğine kurulda en çok münakaşa ettiği birini aday gösterir. Aday, itiraz eder: “Sayın Morita. Sizinle hemen her uygulamada ters düştük. Benim yeniden seçilmemi niçin istiyorsunuz?” Morita cevap verir: “İşte tam da bundan ötürü istiyorum. Her konuda anlaşsaydık, ikimizden biri fazlalık olurdu.”

Bu kültür yoksa bir ipte sadece bir cambaz oynarsa, ilişki uzmanı tilkilere gün doğar. Aslanlar hızla dışlanır. Tepedeki hariç. Ve kurum tilkilerin eline geçer. Galip Erdem’in tespitiyle, “Kuruluşta aslanlar çoktur ama zaman ilerledikçe ortadan çekilirler.” Artık yarış, tepedeki aslanın gözüne girip, tavukları kapma yarışıdır. Çünkü tilkilerde “değerler” pek de değerli değildir. Makyavel’e göre, “Siyasî otoritenin tabilerinde vefa, samimiyet ve cesaret bulunmaz. Tabiler, tabiatları icabı anlık ihtiraslara direnemez; ilkeleri de, başkalarının haklarını da çiğnemekte beis görmezler. Entelektüel seviyede yaratıcı düşünce yoktur; sadece otoriteyi taklit vardır.” Tilkilerin hâkim olduğu yapıda tek değer başkanın gözüne girmekse, başkan şu veya bu sebeple tepeyi terk edince ne olur? Ortada kurum, dernek, parti veya şirket diye bir şey kalmaz. Dağılır gider."

Star Gazetesi, Açık Görüş eki, 11.04.2010
Prof. Dr. İskender Öksüz
http://www.stargazete.com/acikgorus/aslanlar-tilkiler-ve-siyasi-partiler-haber-254702.htm

09 Nisan, 2010

Eyüp Can'dan iki fotoğraf...

TÜSİAD'ın Görüş Dergisi'nin Türkiye'de yarattığı etkiyi, tartışmayı basından sıkı takibi sürdürüyorum. Bu konudaki en zihin açıcı ve farklı yazılardan birini Hürriyet Gazetesi yazarı, Referans Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Eyüp Can kaleme aldı.

Görüş Dergisi'nin kapak fotoğrafı kadar bir fotoğrafa daha çok iyi bakmamızı istiyor, Eyüp Can. TBMM ve Anadolu Ajansı’nın kuruluşunun 90. yılı kapsamında Meclis’te açılan fotoğraf sergisi'nde yer alan bir fotoğraf... Mehmet Ünlü’ye ait siyah beyaz bu fotoğrafın çekilme tarihi: 23.04.1981, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı!


Eyüp Can yazısının sonunu şöyle bağlamış:

"Birinci fotoğrafı Ergenekon ve Balyoz davasını hâlâ ciddiye almayanlara...İkincisini ise bu davaları “daha demokratik bir Türkiye” yerine, “ideolojik hesaplaşmalarına” alet edenlere ithaf ediyorum...Ne de olsa bu iki fotoğrafa baktıkça her ikisini de görebiliyoruz..."

Evet, "iki dudak demokrasisi"ni teşhis ederken bu fotoğraflara bakmak "zihniyet" sorunlarımız ve çözüm yolunda alacağımız mesafe için çok değerli katkılar sunabilir.


Can'ın dediği gibi, iyi bakın!

Eyüp Can, Hürriyet Gazetesi, 09.04.2010
İki fotoğraf arasındaki görünmez ilişki
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/14363230.asp?yazarid=332&gid=61

05 Nisan, 2010

Şimdilik sadece Devrim, Özkök, Öymen, Alpay ve Hakan...

Biraz arşiv çalışması gibi oluyor. TÜSİAD'ın gündeme getirdiği "iki dudak demokrasisi" yazıların yer aldığı derginin kapak fotoğrafı sayesinde haftasonu 5 yazarın daha hakkında yazı yazmasına yol açtı: Hakkı Devrim, Altan Öymen, Ertuğrul Özkök, Şahin Alpay ve yeniden Ahmet Hakan...

Bu arada hafta ortası Habertürk Teke tek programında Fatih Altaylı'nın TÜSİAD başkanı Ümit Boyner'i konuk almasını, bu konu da dahil, birçok başlığı değerlendirdiklerini de unutmadan not edeyim.

Elbette henüz liderlerden ses yok. Zaten bir gazeteci sormadan bu konuda bir açıklama yapmazlar. Bakalım bu cesareti gösterecek bir gazeteci ne zaman çıkacak? Verecekleri yanıtlar, eğer verirlerse hiç merak etmeyin burada yer alacak...

Bu yazılar birikiyor, hepsiyle ilgili toplu bir değerlendirme yapacağım. Ay sonuna kadar (TÜSİAD'ın dergisi Görüş aylık olduğu için:)Medya'da herkesin değerlendirme/yazı zamanı var. Dergiyi okumak, görmek belki ancak bu sürede mümkün olabilir. Hoş TÜSİAD herkesi bilgilendirmek için ayrıca bir de "kokteyl" düzenlemişti. Kimler ne dedi, ne kadar dedi, neyi demedi hep birlikte okuyacağız.

Ve Mayıs ayında da bu blogta gösterilen tepkilerle ilgili ayrıntılı bir değerlendirme okuyacaksınız...

Takibe devam...

02 Nisan, 2010

Meclis'in fotoğrafına 2 yazı...

Şimdilik 2 yazı demeyi çok istiyorum. (umarım atladığım bir yazı yoktur) TÜSİAD'ın yeni Görüş dergisi kapağında "çektiği" Meclis fotoğrafına ilişkin önce Emre Aköz, bugün de Ahmet Hakan birer yazı yazdılar.

Emre Aköz'ün yazısı, tam anlamıyla "evlere şenlik"... Ve şimdilik onunla da ilgili bir şey yazmak istemiyorum. TÜSİAD'ı bir dövmediği kalmış, bu sorunu gündeme taşıdığı için. Anayasa'nın değişmesini istememekle suçluyor, TÜSİAD'ı... Aşağıda linkini bulacaksınız.

Ahmet Hakan, az ve öz sözcüklerle konuyu ele aldı. "Meclis'te kaç Tayyip kaç Deniz, kaç Devlet var" adlı yazısıyla bu temel soruyu tekrar gündeme taşıyarak. TÜSİAD'ın fotoğrafında hiç bir abartı olmadığını, konunun vehametini çizerek bir çağrı yaptı: "sevgili demokrat kalemler, hazır Türkiye demokratikleşiyorken şu çarpıklığa da bir el atsanız hiç fena olmaz diyorum." Hakan'ın yazısının da linki aşağıda.

Emre Aköz / Sabah - 30.03.2010
http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/akoz/2010/03/30/umit_boyner_gercekten_yeni_bir_anayasa_istiyor_mu

Ahmet Hakan / Hürriyet - 02.04.2010
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/14293684.asp?yazarid=131&gid=61

30 Mart, 2010

TÜSİAD da sonunda gerçeği gördü

Dün bu konuları yıllardır birlikte tartıştığımız arkadaşımın telefonuyla öğrendim, TÜSİAD'ın "hidayete" erişini... Yıllar sonra Türkiye'nin bu temel sorununa TÜSİAD'ın ilk kez bu kadar "açık" bir biçimde dikkat çekmeye çalışması, beni oldukça heyecanlandırdı.

Türkiye'nin en etkili "sivil toplum" örgütlerinden birinin, daha önce yayınladığı birçok çalışmada sağa sola sıkıştırarak yer verdiği eleştirilerini, artık en açık biçimde lafı evirip çevirmeden dile getirmesi kayda değer bir gelişme.

Yeniden yayınladıkları yayın organları GÖRÜŞ dergisinin ilk sayısının kapak fotoğrafı ve yazısıyla on yıllardır bu ülkenin aşılmaz bir gerçeği/sorunu halini alan, "iki dudak demokrasisi"ni TÜSİAD yeniden gündeme taşıyor.


Benim "iki dudak demokrasisi" olarak kavramsallaştırdığım, neredeyse 10 yıldır çeşitli mecralarda konuşarak, röportaj vererek dikkat çekmeye, bu blogta ve çeşitli gazete ve yayın organlarında yazarak gündemde tutmaya çalıştığım sorun, şimdi tekrar tartışmaya açılmaya çalışılıyor.

Elbette, muhatapları(liderler) bu tartışmayı "görmezden" gelmeye, alıştıkları gibi "yok saymaya" çalışacaklar. Sadece onlar değil, uzun yıllardır bu "görünen" gerçeği bir türlü gündemlerine almayan "aydınların/gazetecilerin/bilim adamlarının" tutumu da ilginç bir gösterge olacak benim açımdan. Ve bakalım TÜSİAD ne kadar dirençli çıkacak, ısrarını sürdürebilecek mi bu konuda...

Aşağıda TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner'in Görüş dergisi'nin tanıtım toplantısında yaptığı konuşmadan seçilmiş bölümler yer alıyor. Şimdilik bir değerlendirme ve eleştiri yapmadan sunuyorum, bu sözleri. Gelinen nokta, hem TÜSİAD hem de Türkiye açısından çok önemli... Eğer sonuç alıcı bir düzeye ulaşırsa, "değeri" çok daha iyi anlaşılacak.

Boyner'in konuşmasından bölümler:

"Kendini tanımayan, içine kapalı, kaderine razı bir ülkeyken, gücünün ve potansiyellerinin farkında, dünya ile iç içe, kaderini eline alabilmek için mücadele eden ve bunu büyük ölçüde başaran bir ülke haline geldik.
Ancak ne yazık ki, demokratik standartlarımızda ve siyaset kültürümüzde köklü bir dönüşüm gerçekleştirmek üzere başlattığımız tartışmalarda aynı sonucu alamadık. Bazı mevzi ilerlemeler kaydedebildik ama siyasetin bütününü çağdaş demokratik bir yapıya kavuşturacak değişimi sağlayamadık. Hatta kimi konularda tartışa tartışa başlangıç noktamızın gerilerine düştük, kavramların içini boşalttık.


Ne zaman Anayasa’da köklü bir değişiklik gerektiğini ortaya atsak, parlamento içi uzlaşmanın sağlanamadığından dem vuruluyor. Bize göre bu uzlaşmazlığın temelinde parlamenter sistemin iki temel unsurundaki zafiyet yatıyor.
•Demokratik standardı son derece tartışmalı bir siyasi partiler yasası
•Seçmen iradesinin meclise yansımasını tesadüfe bırakan bir seçim yasası


...demokratikleşme önerileri içinde sürekli yer almasına rağmen bir türlü Türkiye’nin, siyasetçinin ve aslında liderlerin gündemine giremeyen bir konuyu detaylarıyla işliyor: Siyasi Partiler ve Seçim Yasalarında Reform.

TÜSİAD olarak yıllardır bu konuyu siyasi partilerin gündemine getirmeye çalıştık. OLMUYOR. Herkes Anayasa tartışmalarına kilitlenmişken, biz tekrar kuvvetli bir şekilde kamuoyunun önüne bu konuyu getirmek istiyoruz. Çünkü bu konu, bizce siyaset kurumunun kendisinden beklenen reform yeteneğini kısıtlayan, vasatileştiren, arzu ettiğimiz Anayasal ve yasal reform sürecini verimsiz kılabilecek bir engel niteliğinde. O yüzden bizim açımızdan bir demokratikleşme paketinin en önemli unsuru ve belki de ön şartı.

Çok basit ifade etmek istiyorum: bugünkü siyasi partiler düzenlememiz lider odaklıdır. Lider ne derse onu yaparsınız, lider kimi seçerse onu komisyonlara koyarsınız, lider kimi seçerse onu aday gösterirsin, lider sizi beğenmezse partiden uzaklaştırırsınız, liderin klanı vardır, liderin polit-bürosu vardır.
Böyle bir yapıyı savunursunuz, “bu seçmen kendi haline bırakılınca kimi seçeceği belli olmaz” dersiniz ve polit-büroda uygun adayları tespit edersiniz. Parti içi demokrasi gerçekleşmez, doğal olarak parlamento içi demokrasi tesadüfe kalır. Böyle bir yapıdan bir de hükümet çıkarırsınız ve lider ile arkadaşları yürütme ve yasama erklerini birbirinin içine geçmiş bir şekilde bizim adımıza kullanır…
Bu yapı neredeyse hatırlayabildiğimiz geçmişten bu yana hep böyle geldi. Seçmenin tanımadığı ancak liderin çok yakından tanıdığı milletvekillerimiz oldu.



Bunun bir iyi yanı oldu, seçmen milletvekilini tanımadığı için peşinden koşamadı, hesap soramadı, milletvekillerimiz de rahat rahat çalışma fırsatı bulabildiler. Böyle bir yapı doğal olarak parlamento içi uzlaşmayı sınırlayan en önemli unsurlardan biri. Bir istatistik verip diğer konuya geçeceğim. Son on yılda, kanunlaşan düzenleme taslaklarının yüzde 95’i bakanlar kurulu tasarısı olarak gerçekleşmiş. Yani yasama sürecinin sahibi milletvekillerinin teklifi ile kanunlaşan kanun taslakların oranı sadece yüzde 5!!!

Şimdi bu tabloya bir de yönetimde istikrar adına savunulan seçim barajını eklemek istiyorum. Öncelikle hemen hatırlatalım, aşağı yukarı her konuda referans aldığımız, çağdaş demokrasilerde özellikle AB bölgesinde böyle bir baraj düzeyi yok, hatta demokratik standartları tartışmalı bir çok ülkede de maalesef böyle yüksek bir baraj uygulaması yok. Bizde niye yüzde 10 barajı var? Üstelik yüksek baraj uygulaması bir askeri müdahale ürünü de değil… “Sivil İktidar” döneminde yükseltiliyor Türkiye barajı.

Yine aynı liderler istikrar sözcüğünden bahsediyorlar, herhalde kafalarında oluşturdukları bir ideal seçmen tercihi şablonu var. Yüzde 3’lük, 5’lik, 8’lik tercihlerin kayda değer olmadığı kanaatindeler; üstelik parlamentoda bulunmaları durumunda çatlak ses çıkartacaklarını, iç içe geçmiş yasama-yürütme sarmalını bozacaklarını düşünüyorlar. Çağdaş demokrasilerde son derece meşru zemin bulmuş koalisyonların askeri müdahaleyi tetikleyeceği düşüncesine kadar uzanan, sağlıklı olmaktan çok uzak bazı görüşleri bile duymak mümkün.

01 Mart, 2010

Önceliğimiz “irade”sini millete geri vermek…

“… paradigma tartışmaları
daima gelip şu soruya dayanır:
hangi sorunları çözmüş olmak
daha önemlidir?”

Thomas S. Kuhn

Önceliklerimizi iyice şaşırdık. Tartışma nerede başlıyorsa, oradaki sorunu çözmenin önceliğimiz olduğunu zannediyoruz. Rafa kaldırılan Yargı reformu da gündemimize yeniden böyle girdi. Aslında reform talep edenlerin temel bir kaygısı var, Türkiye’de gerçek “demokrasiyi” kurumsallaştırmak, her türlü “vesayeti” bir biçimde sona erdirmek…

Vesayet tartışmaları, Türkiye’nin temel kurumlarının içinde bulunduğu çelişkilerden kaçınılmaz olarak etkileniyor. Örneğin yasama, yürütme ve yargı arasında varolduğu söylenen ve Anayasamızda belirlenen “kuvvetler ayrılığı prensibi” Türkiye’de uzun yıllardır aslında olmayan bir prensiptir. Yasama neredeyse tamamen yürütmenin emrindedir. Yürütme ne derse, yasama adeta “tasdik” makamı gibi işler. Çok nadir yapılan gizli oylamalarda yürütmeye rağmen bazen farklı bir sonuç çıkmaktaysa da bu o kadar nadir olur ki, yasamanın bağımsız olduğunu savunanlara “malzeme” olmasının dışında bir sonuç doğurmaz.

Sacayağının yargı bölümünde ise, Türkiye’de aynı kurumlardan farklı “siyasi” kararların çıktığını görebilirsiniz. Örneğin en yüksek yargı kurumu Anayasa Mahkemesi bile, “laik cumhuriyeti koruma ve kollama” saikiyle hareket etmekten kendini alamazken, nedense “demokratik cumhuriyeti” koruma ve kollama konusunda aynı hassasiyeti göstermeyebilmektedir.

Yargı ülkemizde görece bağımsız ama “tarafsız” değil, taraf olduğu konularda da yürütmenin politik uygulamaları üzerinde denetleyici bir kurum olmaktan öte sıklıkla “engelleyici” bir işleve bürünüyor. Sadece vicdanına karşı sorumlu olması gereken yargıçlar, ülkedeki askeri/bürokratik “vesayeti” besleyecek ve ondan beslendiğini gösterecek nitelikte kararlar alabiliyor. Toplumun adalet anlayışı büyük yaralar alabiliyor.

Yargının bu durumu karşısında “reform” yapmak isteyen, hatta kendisine karşı “savaş” açıldığı izlenimi yaratan hükümetin (yürütme) tuttuğu yol, yaşadığımız sorunları daha da içinden çıkılmaz bir hale sokabilir. Hükümet, birbirinden tamamen bağımsız olması gereken üç gücün bu “bağımsızlıklarını” korumak, (tarafsızlıktan önce bağımsızlık) ayrı güçlerin tek bir devlet organında toplanmasını önleme yolunda güvence yaratacak bir uygulama yerine, neredeyse her şeyin tek bir kişinin/gücün elinde toplanmasına yol açabilecek bir reform paketini tartışmaya açmaktadır: Anayasa Mahkemesi ve HSYK üyelerinin büyük bir kısmını “parlamentonun” ataması/seçmesi…

Bu reform, belki milletvekillerini gerçekten halkın seçtiği “demokratik” ülkeler için geçerli bir uygulama olabilir. Hatta birçoğunda uygulanmaktadır da. Ancak bir “iki dudak demokrasisi” olan Türkiye için geçerli değildir. Milletvekillerini tek tek belirleyen 3-5 lider ve ekibi, parlamentonun seçeceği yargıçları da tek tek belirleyebilecektir. Yargının “bağımsızlığı” iyice tartışmalı bir hale gelecektir.

Milletin iradesini ikincilleştiren, yok eden, milleti basit bir tasdikçi konumuna indirgeyen Siyasi Partiler Yasası’nı değiştirmeden yapılacak böylesine ağır bir yanlış, Türkiye’de demokrasinin, güçler ayrılığı dengesinin her düzeyde yok olması anlamına gelecektir.

Reform yapacaksak, öncelikleri şaşırmayalım. Sıra bellidir, önce Siyasi Partiler ve Seçim Yasası değiştirilmelidir. Siyasi partilerde önce parti-içi demokrasi işlemeli, lider ve ekiplerinin iki dudakları arasından milletvekillerinin seçilmesine son verilmelidir. Milletin iradesini sakatlamayan, tümüyle yansıtabileceği yargı teminatına sahip bir siyasi partiler düzeni kurulmalıdır.

İkinci önemli adım ise Arend Lijphart’ın deyimiyle “İmal edilmiş çoğunluklar yaratan” ve Anayasa’nın “Seçim kanunları, temsile adalet ve yönetimde istikrar ilkelerini bağdaştıracak biçimde düzenlenir” hükmünü ayaklar altına alan % 10’luk seçim barajıdır. Burada da lafı çok dolandırmaya gerek yok, adres belli: Seçim barajı, Venedik Komisyonu kriterlerine(%3-5) göre düzenlenmelidir.

Bu yasal düzenlemelerin ardından yapılacak seçimle oluşacak TBMM ve toplumun tüm kesimleri, birlikte, tam demokratik bir Anayasa yapmalıdır.Tam demokratik Anayasa ile ortaya çıkan artık bir reform değil, Türkiye için ciddi bir “paradigma” değişikliğidir.

Bu paradigma, gerçekten milletin iradesine dayanacağı için, askeri-yargısal-bürokratik oligarşi karşında parlamentonun atacağı her adımın meşruiyeti hiçbir biçimde tartışılamayacaktır.

Üstelik yaşananaların doğrudan AK Parti iktidarıyla bir ilgisi de yok. AK Parti iktidarı, “yargı reformu”nu şu anda işine gelen bir “araç” gibi değerlendirebilir. Fakat kimse ila-nihaye iktidar da kalacağını düşünmemelidir. Yarın, bir gün iktidardan düştüklerinde en çok yakınacakları konuların başında, yapmaya çalıştıkları bu “yargı reformu” gelecektir.

Siyasi partiler ve seçim yasası tam anlamıyla demokratikleştirilebilirse milletin iradesi, siyaset yapanların hakları, yargının teminatında olabilirse, milletin vekilleri, “iki dudağın” icazetiyle değil, her zaman milletin oyundan aldıkları güçle hareket edebilirler. Yargı da parlamento tarafından seçilen üyeleriyle, milletin iradesi ve sağduyusunun kendilerine yansımasıyla her türlü vesayetin karşısında daha güçlü ve dirençli olabilir.

Elbette bu paradigma değişikliği ile Türkiye birden bire güllük gülistanlık olmayacaktır. Siyasal kültür birden bire değişmez. Ancak “zaman” artık boşa işlemeyecek, demokratik zihniyet değişikliğini besleyebilecek, kurumsallaşmayı artırabilecek bir ortam doğacaktır.

Türkiye’de mücadelesini verdiğimiz temel paradigma değişikliği ve önceliğimiz, “milli egemenliği” basit bir duvar yazısına dönüştüren her türlü vesayetin son bulmasıdır: Ne askerin, ne yargının, bürokratik vesayeti ne de siyasi parti genel başkanlarının (liderlerin) “sivil” vesayeti.


Notlar
Lijphart Arend, “Demokrasi Motifleri”, 2006
Kuhn Thomas S., “Bilimsel Devrimlerin yapısı”, 1982

(01/03/2010 tarihinde Radikal Gazetesi "Tartışı-Yorum" köşesinde yayımlandı)

11 Şubat, 2010

Sivil vesayet, "iki dudak demokrasisi"dir

Humpty Dumpty, küçümser bir tonla, “Ben bir kelimeyi kullandığımda, onun ne anlama gelmesini istiyorsam o anlama gelir, ne daha az ne de daha fazlasıdır” dedi. “Asıl sorun, kelimelerin bu kadar çok şey anlamına gelmelerini sağlayabilecek misin, budur” dedi Alice. “Asıl sorun”, dedi Humpty Dumpty, “hangisinin esas olacağıdır, o kadar.” Humpty Dumpty’ye göre herkes, herhangi bir yönetimi - hatta despot bir yönetimi bile - demokrasi olarak nitelendirmekte özgürdür. (Alıntıyı Lewis Carroll’in "Alice"inden değil, Robert A. Dahl’ın “Demokrasi Üstüne” adlı kitabından yaptım, 2001, s.105)

Bu yılbaşı TV seyrederek (keşke daha önce seyretseydi) “artık” şeriatın gelmeyeceğini vaz’eden gazeteci İlhan Selçuk, “askeri vesayet” kadar “sivil vesayet”e de karşı olduğunu söyledi.

Askeri vesayet konusunda kimsenin bir kafa karışıklığı yok, herkes ne olduğu ya da olmadığı konusunda neredeyse hemfikir. Ancak “sivil vesayet” terimi ortaya atıldığı anda hemen itirazlar yükseldi. Ortalığı karıştıracak, bulandıracak yeni deyimler ortaya atıldı: “sivil faşizm”, “sivil dikta”, “sivil istibdat” vb…

Aslında “vesayet” kavramını bu kadar eğip bükmeye, zorlamaya, tanım icat etmeye gerek yoktu. “Askeri vesayet” derken vesayete ne anlam yüklüyorsanız, “sivil vesayet” derken de aynı anlamı yüklediğimizi söyleyelim ve şu tanım çekişmesinden kurtulalım. Vesayetin tanımı; biri(leri) adına karar vermek, davranışlarını yönlendirmek, iradesini kullanmak ve ona ipotek koymaktır...

Nuray Mert’in başlattığı, ancak tartışmayı alevlendiren İlhan Selçuk’un, tartışmanın eksenini kaydıran yaklaşımına gelelim. Selçuk’un, “seçilmiş” iktidarı, AK Parti’yi “sivil vesayetle” suçlamasına… Hemen herkesin de eleştirmek için üstüne atladığı bu suçlama, aslında Selçuk’un da kastetmediği biçimde bir GERÇEK!

Evet, bir gerçek! Ancak “sivil vesayet”e doğru yerden bakarsanız bir gerçek. İlhan Selçuk’un AK Parti iktidarını yıpratmak, demokrasi dışı, “istibdat” hedefleri varmış gibi göstermek için kullandığı biçimiyle değil…

Aslında “sivil vesayet”’in özü, Türkiye’nin bir “iki dudak demokrasisi” olmasıdır. Sadece AK Parti’yi değil, iktidarı ve muhalefetiyle tüm siyasal partileri kapsayan, lider ve ekiplerinin elinde milli iradeyi yok eden, “olağanlaşmış”, “kabullenilmiş” bir gerçektir.

Bu düzen, askeri “vesayet”le kol kola yaşayan, onu da besleyen, bir avuç “sivilin”, diğer “sivillerin (milletin) iradesine ipotek koyduğu (vesayet)” bir düzendir. Herkesin bildiği, ama on yıllardır kimsenin sorun etmediği, gerçek “sivil vesayet” budur.

Genel başkan ve ekibinin iki dudağı arasına hapsedilmiş bir “demokrasi”dir içinde yaşadığımız… Akademik olarak şöyle ifade edelim: Bizim demokrasimizin ana karakterini aşırı derecede kişiselleştirilmiş tarzda bir liderlik, zayıf siyasal kurumlar (özellikle siyasal partiler), yatay sorumluluğun olmaması (yani, yasama ve yargı gibi özerk kurumlara olan sorumluluk) teşkil etmektedir.(Özbudun, 2003, s.17)

Bu ülkede “tek parti diktatörlüğü” kuruluyor korkusuna kapılanların endişe etmelerine gerek yok, siyasal sistemimiz zaten uzun yıllardır “çok parti diktatörlüğü”dür!

Şu basit sorulara yanıt arıyalım: Kendisi demokrasiden nasibini almamış bir kurum veya kişi “demokrasi”yi koruyup, geliştirebilir mi? “Lider sultasına” esir düşmüş, 3-5 liderin ve ekiplerinin kontrol ettiği, hepimizin vergileriyle oluşturulan, yüz milyonlarca lirayı bulan devlet yardımlarıyla desteklenen, siyasal partiler ve siyasette istikrar adına %10 seçim barajıyla “imal edilmiş çoğunluklar”(Lijphart, 2006, s.165) tarafından yönetilen, temsilde adaleti yok sayan seçim yasasıyla bir garabeti andıran bu siyasal düzen, demokratik mi?

Garabetin anlaşılması, “sivil vesayet”in bu boyutunun kavranması ve çözülmeye çalışılması, ne Türkiye’deki askeri vesayet gerçeğini ortadan kaldırır, ne de bu vesayete karşı verilen mücadelenin gücünü azaltır. Mevcut Siyasi Partiler Yasası ve Anayasa, siyasi partileri, katılımcı demokrasiyi geliştirecek birer araçtan çok, toplumun “siyaset yapma alanını” sınırlayan kurumlara dönüştürmektedir.

Böyle bir ortamda AK Parti üzerinden “sivil vesayet”i tartışmak, “hangi parti?” sorusunu yanıtlamadan mümkün değildir. Demokrasimizi “iki dudak demokrasisi”ne dönüştüren, üyesine güvenmeyen, ülkenin “vizyonunu” değişmez liderin (ekibin) bakış açısı ile sınırlayan bir siyasi partinin, belli yasal organları var diye “demokratik” bir “siyasi parti” olduğunu söylemek, ne kadar mümkündür? Türkiye’de birçok siyasi parti, bu haliyle birer “ziyan olmuş hayatlar partisi”ne dönüşmüştür.

Bu “sivil vesayet”e, en az “askeri vesayet”e karşı çıktığımız kadar karşı çıkmalıyız. Bunun sadece bir iktidar partisi sorunu değil, muhalefet partilerini de kapsayan anayasal/yasal bir sorun olduğunu görmek zorundayız. Türkiye’de bir türlü olamayan, “siyaset yapma” kanallarının toplumun her bireyine eşit bir biçimde açılması, bu paradigmanın yıkılmasıdır.

Seçimle gelenin seçimle gitmesi ilkesinin, siyasi partiler içinde de korunması yine demokrasimiz ve siyasal yaşamımız açısından hayatidir. Anayasalarımız siyasi partileri “demokrasimizin vazgeçilmez unsurları” olarak tanımlar, doğrudur. Ancak “demokrasi”nin siyasi partilerimizde çok uzun yıllardır “vazgeçilmiş bir unsur”a dönüştüğünü resmeden bir ironi gibidir, bu söz…

Parti-içi mücadelenin demokratik bir biçimde yapılma kanallarını tıkayanlar, lider ve ekibinin “yanlışlarını” dile getirebilecek, mevcut uygulamalarını eleştirebilecek, politikaları ve partileri dönüştürebilecek bir yapının yerine, yargı organlarının kararlarının/iddianamelerinin almasına yol açmaktadır. Türkiye’de neredeyse bütün partiler, lider hegemonyası ile Anayasa’nın “demokrasi ilkesine aykırı eylemlerin odağı” haline gelmiştir.

Köşe yazarından “düşünür” devşirilen ülkemizde bu sorunu öncelikli görmeyen, “doğal”/“kader” gibi sunan büyük bir “aydın” kitle var. Ancak artık “cin” şişeden çıktı. Meselenin asli yönünü, yine görmezden gelip, tartışmamaya, bir seçim daha (4 yıl) kaybetmeye Türkiye’nin tahammülü yok.

Değişmesi olanaksız görünen durumlar için Weber’in güzel bir sözü var: “İnsanlar her zaman ve hiç durmaksızın olanaksıza yönelmeselerdi, olanaklıya hiçbir zaman ulaşılamazdı, sözü son derece doğrudur ve tüm tarihsel deneyler bunu doğrular.”(Weber, 2006, s.120)

Cumhurbaşkanı’nı halka seçtirmeyi başaranların,(!) demokratik “meşruiyet” açısından daha öncelikli ve önemli bir görevi var: Milletvekillerini halka seçtirmek… Milli egemenliği, milli iradeyi yeniden halka vermek…

“Sivil vesayet” tartışması sürerken görüyoruz ki, bir deyim/kavram uydurduğu anda Humpty Dumpty gibi ne anlama gelmesini istiyorsa o anlama geldiğini zannedenler Türkiye’de hiç de az sayıda değil.

Artık geldiğimiz noktada, Türkiye’de her türlü vesayeti engellemenin tek yolu var: TBMM’nin siyasi partiler yasasında yapacağı düzenlemelerle milletvekillerini gerçekten milletin seçmesini sağlamak; seçim yasasındaki barajı makul bir seviyeye indirmek; partiler arasındaki devlet yardımı dengesizliğini gidermek; daha sonra yapılacak seçimlerde oluşacak gerçek “kurucu irade” ile, toplumun tüm kesimlerinin katılımıyla demokratik bir “Anayasa” yapmak…

Notlar
Dahl Robert A., “Demokrasi Üzerine”, 2001
Lijphart Arend, “Demokrasi Motifleri”, 2006
Özbudun Ergun, “Çağdaş Türk Politikası”, 2003
Weber Max, “Meslek Olarak Siyaset”, 2006


Gazete HABERTÜRK / Editoryal sayfası / 11.02.2010 yayınlandı.

26 Ocak, 2010

"Sivil vesayet" tartışmaları...

İlhan Selçuk'un "Sivil vesayet"e de "askeri vesayet"e de karşı olduğunu belirttiği söyleşiden sonra tartışma çok renklendi, çeşitlendi. Elbette, yine asıl mecrasında ilerlemiyor.

AK parti iktidarına "sivil dikta", "tek parti diktatörlüğü" kurmak peşinde olduğu yönünde eleştiri (suçlama) getirmek isteyenler, tartışmanın gerçek "sivil vesayet"in çevresinde gelişmesini de engelliyorlar.

Bu blogta sivil vesayet'in aslında "iki dudak demokrasisi" olduğunu uzun zamandır anlatmaya çalışıyorum. Üstelik bunun doğrudan iktidar partisi ile bir ilgisi yok, bu Türkiye'nin neredeyse tüm partilerine bulaşmış bir hastalık düzeyinde...

Bu gerçeği anlatan bir yazı kaleme almak yine bir zorunluk oldu. Yakında bu blogta "sivil vesayet" tartışmalarına yön vermesi gereken ana noktalar tek tek ele alınacak.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails