27 Temmuz, 2008

Türkiye iddianame okuyor!

Ergenekon davası, büyük gözaltı ve tutuklamaların ardından, iddianamesinin kabulüyle zirve yaptı. Türkiye, artık iddianame okuyor. 2.455 sayfalık iddianamenin, birçok bölümünün basın tarafından daha önce sızdırılmasına rağmen, içinde hala çarpıcı ve şoke edici “iddialar” barındırdığı görülüyor.

Eminim birçok insan bilgisayarının başında, gazetelerin sitelerinden iddianame dokümanlarını indirmekle uğraştı, gün içinde.

Gazetelerin tümünün manşetine taşınan iddianameyle ilgili yorum yazarları, henüz okuyacak zaman bulamadıkları için daha sessiz görünüyor. Gazeteler internet sitelerinde, sürekli değişen haber başlıkları ve iddianameden kısa kısa manşetler kullanıyorlar. Pazar gününden itibaren önümüzdeki hafta boyunca, savcının yazdıklarının satır aralarından kimlerin, ne ilginç yorumlar çıkardığını okuyacağız.

Birçok gazete, iddianamenin farklı bölümlerini manşetlerine taşımayı sürdürecek görünüyor.
Ergenekon davası, içeriği ile artık tüm Türkiye’nin kayıtsız kalamayacağı bir davaya dönüşüyor. Ben geneline bir göz attım, iddianamenin birkaç bölümünü de okudum. Gerçekten ucunun dokunmadığı isim, kurum, karanlık olay, kişiler, örgüt neredeyse yok!

Özellikle gizli tanıkların ifadelerinin çok kritik bir rol oynadığı görülüyor. Delillendirme ve ilişkilendirme açısından Ergenekon örgütünün çözümlemesi, geçmişteki birçok terör eylemi, karanlık ilişkiler, kişiler ve en son Danıştay cinayeti ile bağlantıları, başka deliler yanında, telefon dinlemeleri ve gizli tanık ifadelerine çok bağlı.

Bu satırlar ilk izlenimlerim…

Herkes harıl harıl okumayı sürdürüyor.

Her halde bu ilgi ve okunma şansı hiçbir iddianameye ve savcıya nasip olmamıştı.
Umarım, iddianame, ülkenin üstüne uzun yıllardır çökertilmeye çalışılan karanlığa karşı, bağımsız yargının gücüyle büyük bir aydınlanma sağlar. Bütün sanıklar, savunma haklarını sonuna kadar kullanırlar, adil yargılanma hakkı da korunur.

Çünkü böyle dönemlerde “yargısız infazlar” en çok medya kanalıyla olur... Şimdi iddianame kadar, “savunmaları” da bekleme zamanı…

Konfüçyus’un söylediği gibi, artık karanlığa küfretme değil, bir mum yakma zamanı…

İddianame, bir mumdan çok daha fazlasını yakmaya aday görünüyor…

25 Temmuz, 2008

Milletvekilleri utanmaz mı?

Soruyu hemen yanıtlayalım: Elbette utanır!

Milletvekili utanmaz mı?

Millet can derdindeyken, kendi ve ailesinin istikbalinin derdine düşen, herkesin ekonomik, sosyal hakları daraltılırken, kendilerini ve ailelerini “gazi” yapmaya, sadece gazilerin yararlandığı geniş haklardan yararlandırmaya çalışan “milletvekillerini” görünce, her milletvekili utanır.

Milletvekili utanmaz mı?

Zaten, 2 yıllık bir görev süresiyle emekli olma hakkı sağlayan, bu haliyle bile bir utanmazlık olan yasayı, 1 günlük vekil için bile geçerli bir hakka dönüştürmeye çalışan “milletvekillerini” görünce, her milletvekili utanır.

Milletvekili utanmaz mı?

Tüm milletvekillerini, “nereden ne koparırım” derdine düşmüş insanlar olarak göstermeye çalışan, TBMM’nin itibarını millet gözünde yerle yeksan eden “milletvekillerini” görünce, her milletvekili utanır.



Milletvekili utanmaz mı?

Utanır, utanmaz mı?

Eğer milletin vekiliyse utanır!

Ama milletin değil, bir biçimde ve nasıl olursa olsun TBMM’ye kapağı atmak için çabalamış, kendini ve ailesini her şeyin önüne koymuş, genel başkanlar ve ekipleri tarafından “seçilmiş”, genel başkanların “askerleri” olanlar, yani milletvekili değil, lidervekili olanlar, milletin oyuna sadece tasdik için sunulanlar, milleti değil sadece kendini temsil edenler, işte bunlar, asla utanmazlar!

Asla utanmazlar!

Çünkü milletin vekili değil, kendi ikbal ve istikballerinin vekilleridir, bunlar!

Bunları teşhis ve teşhir etmediğimiz için, bunları “milletvekili” gibi gördüğümüz için, bu utanmazlık asla son bulmayacaktır.

Milletin tepkisi yetersiz, hiçbir sonuç vermiyor. Zaten bu tepkiye değil, kendilerini seçen liderlerin “iki dudağına” bakıyorlar. Bu “utanmazlığı” durduracak olan da sadece ve maalesef bu “iki dudaktır.”

İşte bu yüzden, yasama, yürütmenin vesayetinde…

İşte bu yüzden, milli irade, sadece bürokratik, askeri vesayetin değil, “sivil” vesayettin de altında…

İşte bu yüzden, sadece “kendine demokrasi” isteyenler Türkiye’de egemen, demokrasimiz bu kadar kırılgan, zayıf…

04 Temmuz, 2008

DSP’nin değil siyasetimizin trajedisi


DSP’de, yıllardır hemen her partide farklı aktörlerle oynayan bir film, yeniden çekiliyor. Filmin aktörleri, yönetmenden yedikleri fırça üstüne fırça nedeniyle umutsuz, filmin senaryosunun çoktan yazıldığını bildikleri halde, senaryo dışına çıkabilirmiş gibi yapıyorlar.

Yönetmen, başrol oyuncusundan ve yardımcı aktörlerden sıkılmış, “artık bu filmde yoksunuz” diyor. Ama onlar şimdi, “nasıl olur” havasındalar.

Nedeni, her başrol oyuncusu her zaman oraya “uygun” görüldüğünü, “getirildiğini” bir süre sonra unutuyor. Kendi bir şeyleri başardı da, başrolu kaptı zannediyor.

Halbuki bu ne mümkün: Daha önce seçen, şimdi vazgeçiyor sadece.

DSP genel başkanı Zeki Sezer’in Ecevit’e söylediği sözler tabi dramatik: "Brüksel'de bulunduğum sırada milletvekili arkadaşlarımla görüşmüş. DSP'nin iyi gitmediğini, değişim yapılması gerektiğini iletmiş. Ben de kendisine 'Arkadan yapılan bu tür görüşmeler doğru değil. Eğer bir sıkıntı varsa benimle paylaşmalıydınız”*

Okurken, bu insanlar yıllarca başka bir yerde mi yaşıyorlar, bu partinin nasıl işlediğini bilmiyorlar mı diye düşünüyorum. Ama çok haksızlık etmemek gerek, “ne desin başka” diye de düşünüyorum.

DSP, Ecevitlerin "malı"dır. Milletvekillerini de, örgütü de, hatta neredeyse tek tek parti üyelerini bile kendi ve ekibi seçmişken, hatta bir ara bu işleme bizzat hizmet ediyorken, şimdi Sezer’in bu sözleri çok naif kaçıyor…

DSP parti örgütü, diğer birçok partide olduğu gibi, güdümlü parti örgütü mantığı ile işler. Tek kişinin parti içi mutlak iktidarına hizmet eder. Ve hiçbir hukuki ve ahlaki kural, bu amaca ulaşmakta engel olamaz.*

Sezer gider, yakında. Direnir gibi yapar, sonra da “onurlu” bir istifa.

Direnebilirlerse, Rahşan Ecevit, milletvekilleri de dahil bütün partiyi ellerinden alıverir. Sezer en azından bunun farkında: “Rahşan Ecevit, bir konuya karar verirse üzerine gider. Benimle ipleri koparttığı anlaşılıyor."* diyor.

Size enteresan bir olay anlatayım, bugüne kadar nasıl bir şey değişmediğini iyi örnekliyor. Daha DSP’nin ilk yılları, Eylül 1986’da 11 milletvekilliği için yapılan ara seçim sırasında, partinin genel sekreteri “yapılan” Necat Hamzaoğlu’nun beyanı:

“Hangi il ve ilçelerde örgütlerimiz var, bilmiyorum. Parti 11 ilde ara seçime giriyor, bunlardan hangilerinde il örgütlerimiz var, hangi ilçelerde örgütlerimiz var, onu da bilmiyorum.”*

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, başlangıcında Türk milleti tarafından “demokrasiye aşık Türk evlatlarına” emanet edilir. Bu aşık evlatlar, on yıllar içinde siyasal sistemimizi tam anlamıyla bir “iki dudak demokrasisi”ne dönüştürmüştür.

Hem de en “demokrat” görünenler, en önde…

DSP’de bugün yaşananlar, yıllardır çekilen bir filmin yeniden oynanmasından ibarettir. Ve bitmeyen bir trajedinin sayısız örneklerinden biri olarak tarihte yerini alacaktır. Bu sadece DSP’nin değil, siyasetimizin trajedisidir.

Ne mi olacak? Hiçbir şey…

Bir şey değişecek mi? Asla…

Yönetmen, isterse tekrar başrol verir, ama merak etmeyin eski filmin yeni başrol oyuncusunu hazırlıyordur. Hiç heyecanlanmayın!


* Hürriyet 04.07.2008 / H. Özdalga, Kötü Yönetilen Türkiye, 2005

21 Haziran, 2008

Türk Mucizesi!

Bir ülke düşünün, o ülkeyi 7 yıldır “yöneten ve iktidardaki” partisi için kapatılma, Cumhurbaşkanı, Başbakanı, bazı bakanları ve iktidar milletvekilleri hakkında anayasanın değişmez ilkelerinden laiklik ilkesini çiğnedikleri “iddiasıyla”, 5 yıl “siyaset yasaklı” olmaları için dava açılmış olsun; savunmalar haklı ya da haksız önce iddianameye değil, sanki Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısına karşı yapılmış olsun;

O sırada, o ülkenin Genelkurmay başkanı olacak, Kara kuvvetleri Komutanlarını millet nazarında küçük düşürmek, “Yahudi”, “mason”, “yolsuzluklarla ilgili kişi”, olmadı “darbeci” göstermek için çırpınan bir kısım “medyası” olsun, o “medyacılar” siyasi “iktidar” tarafından izzet ve ikram görebilsin;

O sırada, o ülkenin en yüksek yargı organı olan Anayasa Mahkemesi başkanı hakkında, siyasi parti kurmaya çalışan bir kişi, en çok izlenen televizyon kanallarının birinin canlı yayınında delil olarak sadece bir dergi haberine dayanarak, “12 Eylül öncesinde terör örgütü İBDA-C hareketinin yayın organı olan Gölge Dergisi’nin Ankara sorumlusuydu.” diyebilsin;

O sırada, o ülkenin başkentinin belediye başkanı kimseye haber vermeden 3 hafta ağır metal şüphesi taşıyan suları, içme suyu olarak şebekeye vermekle öğünsün. O “Kimse ishal olmadı ama” derken, ama millet bir yandan suyu içerken, bu suyun “zehirli” olduğunu ileri süren odalar ve üniversite ile basın toplantıları yaparak tartışsın;

O sırada, Anayasa Mahkemesi kararıyla eğitim hakları bir kez daha ellerinden alınan, kimilerinin arka bahçe görüp kolaylıkla üzerinden siyaset, oy avcılığı yaptıkları, rejim hesaplaşmalarının arasında kaynayan, ezilen türbanlı kızlar, “şimdi erkekler nerede” diye üniversite kapılarında haykırsın, bayılsın;

O sırada, o ülkenin ana muhalefet partisinin genel sekreteri “dinlendim” diye ortalığı birbirine katsın, dinlenmediği kendi kendisini dinlettiği ortaya çıksın, o bunu bir türlü kabul etmezken, neredeyse bütün ülkenin emniyet, jandarma ve MİT tarafından istendiği zaman “genel dinleme izni” ile “yasal” olarak dinlenebildiği ortaya çıksın;

O sırada, o ülkenin insanları ve hayvanları için devletin bir türlü sona erdiremediği ölüm bölgeleri varlığını korusun; ölüm saçan kenelerden, kaçmak dışında bir önleminiz olmasın; Tuzla’da işçiyseniz ölüme gün sayın; kot atölyelerinde, olmadı mevsimlik işçileri taşıyan bir traktör kasasında azraille randevulaşın; toplu mezarlara canlı canlı gömülen köpeklerle vedalaşın;

Bir ülke düşündüm, Türkiye’yi düşündüm, bunlar ilk aklıma gelenler: 17 Haziran 2008’de çektiğim “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olan Türkiye’nin portre fotoğrafından! Aynaya bakın, yüzleştikçe yüzsüzleşen yüzünüzle yüzleşin!

Ve bütün bunları ve daha sayamadıklarımı, hepsini bir arada yaşadığımız günlerde, Avrupa basını Avrupa Futbol Şampiyonası’nda Çek Cumhuriyeti’ni elediğimiz maç sonrası: “Türklere şapka çıkartıyoruz, Çılgın Türkler, Türk mucizesi, Türkler tarih yazdı” diye manşet atsınlar.

Kimse bilmiyor, biz uzun yıllar önce bu işin sırrını çözmüşüz: Ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu!

Evet, bütün bunlar, hepsi bir arada “Türk Mucizesi”dir!


17.06.2008 / Onpunto

Lider egemenliğinden, yargıç egemenliğine

Anayasa Mahkemesi bir “karar” aldı. Kendisine yapılan “türban”ı üniversitelerde serbest bırakan yasayla ilgili başvuruyu değerlendiren “mahkeme”, 11 yargıcıyla birlikte 9’a 2 biçiminde sonuçlanan bir karar aldı.

Yargıçlar, şekil yönünden karar vermesi gerekirdi, “esasa” girdi, deniyor.

Buna bir “engel”, bunun bir “yaptırımı” var mı?

Yok!

“Yanlış yaptı”, “yapmamalıydı”, “çok doğru yaptı, az bile yaptı” sadece birer yorum!

Karar, bir sonuç doğuracak. Hatta bir sonuç değil, birçok sonuç doğuracak. Doğurmaması da mümkün değil. Neredeyse kadim sorunlarımızdan birini çözmesi beklenen 11 yargıcın kararı, demokrasi tarihimizde kimileri için “kara leke”, kimileri için “kilometre taşı”…

Yapılan bazı, gazete manşetleri, tartışma ve yorumlara bakacak olursak “yasama” tamamen ortadan kalktı. Mahkeme “yasamayı” feshetti. Yani işi buraya kadar götürenler var. “Egemenlik” kayıtsız şartsız yargıçların oldu, diyenler de.

Sanki “egemenlik” gerçekten “yasama”nın ve sanki milletin elindeymiş gibi. Sanki “yasama”, milletin iradesi, on yıllardır lider sultasının, yürütmenin “tamamen” emrinde değilmiş gibi…

Bu konuda hiçbir itirazı olmayanlar, Anayasa Mahkemesi’nin “görevini” yapmasını, “yargıçlar” devletine dönüşme olarak yorumlamaktan çekinmiyor.

Bu karar sadece, “türban” konusundaki herhangi bir değişikliği Anayasa Mahkemesinin rejime karşı bir tehdit olarak algıladığını ve buna izin vermeyeceğini göstermektedir.

9 yargıcın “görüşü” değil, Anayasa Mahkemesi’nin “kararı” budur. Bu karar “kurumsaldır”.

Türbanlı veya değil, üniversiteye giydikleri, siyasal veya değil bazı “simgeler” nedeniyle (terör/şiddeti öven hariç) insanların alınmaması, eğitim hakkından yoksun bırakılmaları hepimiz için bir ayıptır. Hatta korkulara esir olmak, temel hak ve özgürlükleri yok saymaktır.

Ancak en büyük hata, bu kararı, bir “hukuk” devleti olduğumuzu söylüyorsak, Anayasal bir kurumumuzun verdiğini unutmaktır.

İleri sürülen en uç görüşler, kararın hukuksal ve adil değil, “siyasi” olduğunun söylenmesi bile, bizi bir “yargıçlar devleti” aşamasına getiren süreç, her şey ama her şey her boyutuyla ele alınabilir, tartışılabilir.

Bu “kararın” alınabileceği bu kadar açıkken, büyük bir sürprizle karşılaşmış gibi yorumlar döşenenler, “egemenlik” tartışmalarına girişenler, sakın, hep ihmal ettikleri, hep boyun eğdikleri bir gerçeği görmezden geldikleri için kaçınılmaz bir sonuca sürüklenmiş olmasınlar…

Bu ülkede milletin iradesi, on yıllardır, 3-5 liderin iki dudağı arasında şekillenirken, millet adeta “siyaset yasaklıyken”, demokratik tüm açılımlar binbir bahaneyle ertelenirken, sakın, her zaman suskun kalmanın, yaşananları “olağan”, “demokratik” bulmanın ve hatta bundan beslenmenin faturasını ödüyor olmasınlar…

Herkesin “demokrasisi” kendine olduğu sürece, iki dudak demokrasisi sürdüğü sürece, bu ülkede sadece akılsız vicdanlar, vicdansız akıllarla yer değiştirecek, adalet ve demokrasi hep başka bir bahara kalacak…

Milletin iradesi, lider hegomanyası altından, yargıçlar hegemonyası altına geçmiş.

Bir fark var mı?

3-5 siyasi parti lideri, 11 yargıçla yer değiştirir, o kadar!

06.06.2008 / Onpunto

Siyasal krizin kalıcı çözümü

Yaşadığımız derin siyasal krizin ve çözülme riskinin nedenlerini teşhis etmeden, bir sonuca ulaşamayız. Son iki yazıda bu nedenler üzerinde durdum. Şimdi teşhisi netleştirmek ve çözüm yolunu dile getirmek istiyorum.

Teşhis: “İki dudak demokrasisi”ne dönüşen bir ülkede, artık derin bir “devlet/yönetim” krizi yaşıyoruz. İç ve dış politikada ülke, her türlü “oyuna” karşı etkisiz, yarattığı sorunlara çözüm üretmekten aciz, hep aynı yüzler ve akıllarla çaresiz!

Çözüm: Türkiye, “siyaset yapma” kanallarını toplumun her bireyine eşit bir biçimde açmalı, tam anlamıyla “demokratikleştirmelidir”.Bu da yine “siyaset yapma” hakkının gerçek anlamda Anayasal güvence altına alınmasıyla mümkün. Bu güvence, bugün çok soyut ve uygulama alanı bulamamaktadır.Kısaca, Anayasa’daki siyasi partilerle ilgili hükümler içine “parti-içi demokrasiyi”, diğer bir deyişle “milletin iradesini” koruyacak maddeler koymazsak, “lider hegemonyası” en küçük demokratik açılımı bile hemen boğacak, Türkiye’nin değişme şansı olmayacaktır.O kadar olmayacak ki, TBMM yine milletin değil, liderlerin vekilleriyle dolacak, partiler, genel başkanların küçük krallıkları olmayı sürdürecek. Faklı ses, vizyon, program ve hedefler ancak lider ve ekibinin “anlama” kapasitesi kadar şans bulacak.

Siyasete katılmak, ülkesine hizmet etmek isteyen gençler, yetişkinler, kadınlar, bilim adamları, iş adamları ve diğer insanlarımız, “icazet” almadan siyasal alan içinde hayat bulamayacaklar. Ömür boyu siyaset yasaklı kalacaklar.

Siyaset yapılamayan Türkiye, sadece “politika yapanların” arenası olmayı sürdürecek.3-5 lider ve dar çevrelerine bırakılan özgür siyaset yapma hakkının, Türkiye’ye ve hepimize maliyetinin ne kadar ağır olduğunu, yaşanan kriz ile daha iyi görüyoruz.Partileri kendi “mülkiyeti” gibi kullanan lider ve ekiplerinin, siyaset üzerindeki “sivil” vesayetlerinin bize nasıl bir bedel ödettirdiğini, kaybettiğimiz yılları şimdi daha iyi görüyoruz.
Siyasete katılarak, aklını, fikrini, emeğini koyabilecek yüz binlerce insanımızın siyasete katılmalarını iki dudakları arasına indirgeyenler yüzünden kaybettiklerimizi de şimdi daha iyi görebiliriz.Mevcut düzen, siyaseti belli bir kesimin elinde adeta tekelleştiriyor. Her siyasi partiyi “lider partisine” dönüştürdüler. Bir kitle partisine girmek, üye olmak, orada parti-içi demokratik bir mücadele yapmak, farklı fikir ve program önerileri dile getirmek, bunları demokratik yollarla seçilmiş, delegeler veya parti üyeleriyle paylaşmak, imkansız.

Demokratik olmayan siyasi partilerin bir sonucu da, yargıyı, millet iradesiyle çatışan bir sürece mahkum etmesidir. Parti-içi mücadelenin demokratik bir biçimde yapılma kanallarını tıkayanlar, lider ve ekibinin “yanlışlarını” dile getirebilecek, mevcut uygulamalarını eleştirebilecek, politikaları ve partileri dönüştürebilecek bir yapının yerine, yargı organlarının kararlarının/iddianamelerinin almasına yol açmaktadır.

Bu durumun “hukuk devleti”ne verdiği zarar da çok açık.

Lider ve ekibi, partiye istediğini yapmakta, dikensiz bir gül bahçesinde partiyi “tepe tepe” kullanmakta, tutamadığı dilleri ile yüz binlerce üyesi olan bir partiyi “kapatılma” gerçeği ile yüz yüze getirebilmektedir.
Türkiye’de neredeyse bütün partiler, lider hegemonyası ile Anayasa’nın “demokrasi ilkesine aykırı eylemlerin odağı haline gelmiştir.”

Siyasi partilerde her şey, evet her şey, genel başkan ve ekiplerinin iki dudağı arasında. Üstelik bu dudakların özel bir ideolojisi, sağı ve solu yok!

Ayrıca her konuda “demokrasiyi” ağızlarından düşürmeyenler, Türkiye’ye baskı yapmak için bir araç gibi görenler de, lider hegemonyasına hiçbir şey söylememektedir. Dış güçler de Türkiye’de gerçek demokratik partiler “istememektedir.”

Ve nedense bu durum, medyanın güç odaklarını, Avrupa Birliği ve ABD’yi, entellektüelleri hiç rahatsız etmemekte, hatta “iki dudak demokrasisi” açıkca desteklenmektedir.

Türkiye’de yaşanan siyasi gerilimin çözülmesinin yolu, Türkiye’nin, Cumhuriyet’in gerçek teminatı olan halka, siyasi partilerde gerçekten demokratik siyasetin yolunu açmaktır. Mevcut durumu, kaçınılmaz bir kader gibi algılamaktan kurtulmak zorundayız.

Yoksa iktidar seçkinleri arasındaki bu bitmek bilmeyen güç mücadelesinin, kendi içlerinde ne kadar demokratik oldukları kuşkulu, STK oldukları tartışmalı kuruluşların muğlak “uzlaşma” çağrılarının, hukuku siyasallaştırma kavgasının, Türkiye’ye zaman ve kaynak israfından başka bir etkisi olmayacaktır.

Türkiye’yi yeni yüzler, yeni akıllar, yeni çözümler, yeni bir vizyonla, gerçek bir demokrasiye taşıyamazsak, klasik siyaset oyunları dışında bir şey üretemeyen lider partileri ve ekiplerinin elinde dibe vuracağız. Çözülme ve bölünme bir korku değil, gerçeğe dönüşecek.

Bu herkes için uzun erimli ve sancılı bir çözümdür. Ama çözümdür. Akıl ister, cesaret ister, vizyon, program ve emek ister. Ama en önce söyleyecek sözü olana, bu sözü söyleyebileceği, halka sunabileceği siyasi partiler ister.

Milli egemenliği, milli iradeyi yeniden halka vermek tek çözümdür, tek çaredir. Milli egemenliği, sadece bir duvar yazısı olmaktan çıkaramazsak, kayıtsız ve sartsız liderlerin iki dudağı arasından kurtaramazsak, hepimiz daha büyük bir krizin/duvarın altında kalacağız.

07.04.2008 / Onpunto

Krizin kaynağı lider kültü

Bugün yaşadığımız “devlet” krizi, siyasal çözülme için çok çeşitli nedenler sayılıyor. Ben ısrarla gözden kaçırılan, siyasi partiler rejimimizin (yasamızın) bizi bu büyük tıkanıklığa taşıyan en önemli araçlardan biri olduğunu düşünüyorum.

Partilerin işlemeyen antidemokratik yapısı, hukuksal anlamda esnek tüzük içeriği, lider kültüne (tapınma) angaje siyasal kültür, tarihsel, sosyolojik vb. nedenlerle açıklanan, artık değişmez bir gerçeğe dönüşen siyasal yapımızın, tüm ülkeyi ne kadar büyük bir darboğaza ve akıl tutulmasına sürüklediği bir türlü görülemiyor.

Temsili demokrasinin ve “seçilen” temsilcilerinin, liderler ve ekipleri tarafından adeta esir alındığını, siyasal sistemin küçük “krallıklar” kanalıyla yönetilmeye çalışılan birer garabete dönüştüğünü görmek için, daha ne olmasını bekliyoruz?

Yürekli bir savcının çıkıp, tüm siyasi partiler için kapatma davası açmasını mı?

Sadece demokrasiyi değil, siyaseti tüm kurum, kural ve koşullarıyla lider ve ekibi etrafında dönen, faturası millete kesilen “oligarşik” bir oyuna dönüştüren siyasi partiler rejimimiz, “meşruiyetini” yine değeri kendinden menkul biçimde yarattığı “ulufe” ve “patronajla” besliyor.

Her şeyi lidere indirgeyen, “varsa varız, yoksa yokuz” diyecek kadar, bir kitle partisinin bile program, tüzük, organ ve üyelerini yok sayanlar, varlık sebeplerini de (halka hizmet!) yok saydıklarını anlayamamaktadırlar.

Toplumsal farklılaşmalar, seslendikleri sınıfsal taban ve temel sorunlara kendi “ideolojik/pragmatik” yaklaşımlarının birer ürünü olması gereken siyasi partiler, farklılıklarını programları ve vaatleri üzerinden artık ayrıştıramayacak kadar birbirlerine benzerken, seçimlerde fark sadece, “lider” ve “karizması” algısına yüklenmektedir.

Partiler kadro değil, “ekibe” adam arayışındadır. Mevcut Siyasi Partiler Yasası, siyasi partileri katılımcı demokrasiyi geliştirecek birer araçtan çok, bireylerin (toplumun) “siyaset yapma hakkını/alanını” sınırlayan (ortadan kaldıran) kurumlara dönüştürmektedir.

Böyle bir ortamda siyasi partilerin kapatılmasını tartışmak, “hangi parti” sorusunu yanıtlamadan mümkün değildir. Her şeyi liderin iki dudağı arasına indirgeyen, demokrasimizi “iki dudak demokrasisi”ne dönüştüren, yurttaşına, üyesine güvenmeyen, ülkenin “vizyonunu” liderin (ekibin) bakış açısı ile sınırlayan bir siyasi partinin, belli yasal organları var diye bir “siyasi parti” olduğunu söylemek, ne kadar mümkündür?

Girdiğimiz sancılı süreçte, bu durumu gündeme getirmemin temel nedeni, AKP ve DTP’nin kapatılmaları tartışmalarını, siyasi partiler rejimimizdeki “gerçek ve temel” sorunu tekrar göz önüne getirmek için bir “fırsat” olarak değerlendirmektir.

Partiler kapatılmasın! Evet!

Kapatılmasın, dileğinin yanı sıra, “iki dudak demokrasisi”ni teşhis eden şu soruları mutlaka sormak zorundayız?

Gerçekten değişen, gelişen ve özgürlüklerin egemen olduğu demokratik bir ülke mi istiyorsunuz? Kadrolaşmada zirve yapan, kuvvetler ayrılığı prensibini yok ederek, yasama ve yürütmeyi tamamen kontrol eden, “kendine” demokrat olan, gerçek demokrasiden korkan “demokratlarla” yönetilmeyen, her şeyi “lidere” endekslemeyen bir ülke mi istiyorsunuz?

Bunun ne yaparsanız yapın tek bir yolu var: Gerçek sorunu ve bu sorunların uzun yıllardır çözülmeme nedenlerini doğru “teşhis” etmek… Lider kültünün, bize nelere mal olduğunu analiz edebilmek...

05.04.2008 / Onpunto

“Demokrasi” ilkesine aykırı eylemlerin odağı...

Bir siyasi parti düşünün:

O partinin genel başkanı ve ekibi, partinin bütün milletvekili adaylarını (özellikle seçilebilecek sırada olanlarını) bizzat seçsin.

O partinin genel başkanı ve ekibi, partinin bütün belediye başkanlarını (hatta ekibi kanalıyla belediye meclis üyelerini) bizzat seçsin.

O partinin genel başkanı ve ekibi, partinin bütün il başkanlarını ve ilçe başkanlarını bizzat seçsin.

Seçtikleri seçilmezse, seçimleri iptal ettirsin, ettiremezse seçileni istifa ettirsin, tekrar seçtiğini seçtirsin.

Bir siyasi parti düşünün:

Genel başkan ve ekibi dışında partide farklı bir ses ve nefes duyulmasın. Farklı seslere, muhalefete tahammül gösterilmesin, ama en kısa yoldan her zaman kapı gösterilsin. Bunun “yasal” aracı da tüzük, kimi zaman parti disiplini, kimi zaman grup kararı, kimi zaman görevden alma ya da ihraç olsun.

Böyle bir yapıya siyasi parti denilebilir mi? Böyle siyasi yapılardan oluşan bir demokrasiye, “demokrasi” denilebilir mi?

Anayasalarımız siyasi partileri “demokrasimizin vazgeçilmez unsurları” olarak tanımlar, doğrudur. Ancak “demokrasinin” siyasi partilerimizde çok uzun yıllardır vazgeçilmiş bir unsura dönüştüğünü resmeden bir ironi gibidir, bu söz.

Şimdi soralım:

Böyle bir yapı kuranlar, bir siyasi partiyi tamamen böyle “kullananlar”, Anayasa’nın “demokrasi” ilkesine aykırı hareket etmiyorlar mı? Partilerini demokrasi ilkesine aykırı eylemlerin birer odağı haline getirmiyorlar mı? Siyasi partilerin uyması açısından laiklik ilkesi için gösterilen özen ve dikkat, neden Anayasa’nın “demokrasi” ilkesinden esirgeniyor?

Demokratik olmayan, olmamak için her şeyi yapan bu partiler, milleti ve iradesini sadece seçimlerde hatırlayan, onun da seçimini ikincilleştiren, basit bir “tasdikçi” konumuna indirgeyen bu siyasal sistem ve liderler, neden hiçbir Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın dikkatini çekmiyor?

Neden?

Neredeyse bütün siyasi partiler bu durumda olduğu için mi? Bir “suçu” herkes işleyince, o “suç” olmaktan çıkıyor mu?

04.04.2008 / Onpunto

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails