12 Aralık, 2007

Kumdan “kaleleri” savunmak…

Başbakanlık, Meclis Başkanlığı, Cumhurbaşkanlığı, Merkez Bankası, Bakanlıklar, Müsteşarlıklar, vd. şimdi de YÖK Başkanlığı “kaleler” bir bir düşüyor, deniliyor. Kaleler…

Düşünüyorum da Attila İlhan hayatta olsaydı, “Hangi Kale?” diye bir kitap yazar mıydı, acaba? Aslında uzun yıllardır bürokrasimizi, devlet yapımızı “kaleler” halinde kafalarında bölenler/paylaşanların, şimdi düştü, düşürüldü diye görmeleri kadar doğal bir şey olamaz.

Birileri için “kale” olan yerlerin, yine birileri için zapt edilecek, ya da işgal altındaki yerler olarak algılanması, demokrasimizi de “kaleleri düşürme” mücadelesinin bir aracına indirgedi.

Bir demokrasi içindeki partilerin mücadelesi, icraatları, vaatleri, kadro tercihleri “devrim - karşı devrim” perspektifine oturtulursa, sadece oradan “okunursa”, örneğin her atananın eşinin başörtüsü o kişinin göreve “uygunluğu” için temel ölçü olursa, getirilen eleştirilerin ciddiye alınacak bir yanı kalır mı?

Aynı ülkede yaşıyoruz, kimileri köşelerinde bir o kaleyi düşürüyor, bir o kaleyi koruyor, sonra tekrar düşürüyor, kale bitiyor, surların mücadelesini izliyoruz, bayrak dikenleri de bekliyoruz burçlara çok yakında…

Askeriyeyi düşmeyen ve aslında hedefteki tek “kale” gören/gösteren zihniyet, bu tavrıyla bile en çok bu kuruma zarar verdiğini, yıpratıcı bir tartışmanın odağına oturttuğunu, bile göremiyor.

İlk kurtulmamız gerekenler, bu “kaleler ve kaleciler zihniyeti”, bir yanda düştü diye edebiyatını yapan bir yanda da “düşürdük” zannedenler…

Bu sakat bakış açısı asıl oynanan oyunun, çok uzun yıllardan beri hemen her iktidar döneminde yaşananların, basite, 3-5 “kaleye” indirgenerek görülmesini engellemektedir. Kalenin ardı “büyük planlar”, “iddialar” arasında kaybolurken, basit, ama derine nüfuz eden ve bir geleneğe dönüşecek denli etkin olanları konuşmuyoruz.

Asıl hesaplaşmayı yapmıyoruz, yapamıyoruz.Ve bir türlü devletin her yanına bulaşmış, hatta sinmiş bir hastalıktan söz edemez hale geldik: Patronaj.

Hiçbir iktidarın diğerinden farklı bir uygulama sergilemediği bir gerçeği, “kale düştü, kaldı” tartışmaları içinde geçiştiriyoruz. Çünkü herkes “bir gün elbet benim de zamanım gelir” diye, ya bir köşede bekliyor ya da bir gün, o zaman gelmiş ve ondan beslenmiş, semirmeyi sürdürüyor.

Patronaj, kayırmacılık (kliyentalizm), kollamacılık, bugün siyasal sistemimize ve devlet düzenimize egemen olmuş durumda. Türbanlı eşlerin peşine düşenler, liyakati neredeyse tartışmamaktadır bile. Hele atananın eşinin başı bir de açıkça değme gitsin!

Halbuki her şeyi liderlerin iki dudağına indirgeyen siyasal sistemimiz, askeri ve bürokratik bir vesayet değil, aynı zamanda “sivil” bir vesayet altındadır. O kadar ki siyasette ve devlette ehliyet ve liyakat, itaat ve sadakatin tamamen gerisine düşmüştür.

Devlette/devletle olma olanakları/rantı kimlere dağıtılıyor, garanti ve ilişki ağları, irdelediğimiz bu değil artık. Bu ülkenin kale male değil, uzun yıllardır “kadrolaşma” adı altında boğuştuğu sorun, “doğal” ve zaten “olması gereken” bir gerçek algısına dönüşmüştür.

Çıkar gruplarının çöreklendiği su başlarını, sorunları çözmeye değil sorunlarla yaşamaya ve bunlardan beslenmeye odaklı bir devlet geleneğini sorgulamak yerine, bir “kale külliyatı” oluşturuyoruz.

Eğitim, deneyim, bilgi, uzmanlık yerini nelere terk etmiş kaygılanmak yerine, düşen kale/güç odağının hesabını yapmak, derdini taşımak daha çok tercih ediliyor. Anayasa ve yasal düzenlemelerde bu patronajı engelleyecek, özel çıkar gruplarının etkisini azaltacak hangi önlem yer alacak bakmak yerine, “kale koruyorum” diye mevcut düzendeki garabetlere destek çıkıldığı bile fark edilemiyor.

Düşünsenize, YÖK’den en çok kurtulmak isteyenler, bugün en büyük YÖK savunucusu bile oldular.

Bu ülkede “kalelerin” çoktan düştüğünü, hatta içerden çürümeye başladığını, kumdan kalelere dönüştüğünü göremezsek, bir de onları savunan zihniyeti korursak, işte asıl o zaman, iş işten geçmiş olacak.

03 Ekim, 2007

Ruanda mı olmak istiyoruz?

Soru yanlışsa yanıtın da bir önemi kalmıyor. Başbakan, kadınlara kota tartışmasında KADER(*) başkanına soruyor: Ruanda mı olmak istiyorsun?

Ama ne soru doğru, ne de sorun Ruanda olmak. KADER başkanı zaten, “Ruanda kadar bile olamamaktan bahsediyor.” Bugün kota sayesinde Ruanda’da kadınların parlamentoda temsil oranı % 50’ye yakın.

KADER kadınların temsilini artırmanın yegane yolu olarak KOTA’yı öneriyor. Bunun son tahlilde, özellikle siyasette maratonu çok önceden koşmaya başlamış erkeklerle kadınlar arasında oluşan “eşitsizliği” giderecek, bir “olumlu eylem”(**) olduğunu, düşünüyorum.

ANCAK, evet kocaman bir ANCAK, diye başlayan çekince koyarak, bir hatırlatmayı yapmak zorundayım. Bu hatırlatmayı “taslak” belli olduktan sonra ANAYASA tartışmalarında da gündeme getireceğim.

Aslında kadınları da siyasette “gerçekten” var etmenin yolu, kotayla veya değil, siyasetimizin sanki “erkekler” hakimmiş gibi görünen yapısını iyi tahlil etmekten geçiyor.

Şimdi yüksek sesle bağırıyorum:

Türkiye’de kadın veya erkek, herkes zaten “kotayla” siyaset yapıyor. Erkekler de, kadınlar kadar kotaya mahkum. Erkeklerin, kadınlardan hiçbir farkı yok!

Nedir bu kota?

Genel başkan ve ekibinin kotası!

Bu kotada yoksanız, kadın ya da erkek olmanız fark etmez. Etmiyor, etmedi. Siyasi parti genel başkanları, kadın olduğu zaman bile etmedi.

%30 kadın kotası mı, % 30 Genel başkan ve ekibinin onay verdiği kadınlar demektir bu. Kotayı % 50 yapın, eğer genel başkanın, ekibin gözüne giremezsiniz, bu kotadan da içeri giremezsiniz.

“Olsun, bir kota olsun, sonra genel başkanın gözüne gireriz” diyorsanız. Ben de “biraz zor girersiniz!” diyorum.

Kadın ya da erkek olsun, Türkiye’de siyaset, siyasi partileri küçük krallıklara dönüştüren lider ve ekiplerinin elindedir: Demokrasimiz “iki dudak demokrasisi”dir.

KADER, başbakanı “Ruanda ve kota” konusunda bilgilendirecekmiş. Başta kendileri olmak üzere tüm kadınların önce “Türkiye’deki siyaset gerçeği” ile yüzleşmeleri gerekiyor.

Bir siyasi partide herkes hukuksal güvenceye sahip olmadan, o partide-ülkede demokrasiden, eşit koşullarda yarıştan ve "olumlu eylemler"den söz etmek mümkün değil.

Milletin önüne “sandık” koymak, demokrasi için yeterli değil. Sandığın öncesi ve sonrası demokrasiden ve adaletten nasibini almamışsa, parti-içi demokrasi yoksa sadece “iki dudak demokrasisi” var demektir. Lider ve ekibinin, iki dudağı ve insafıyla oluşturulan milletvekili listelerine izin veren siyasi partiler yasasıyla, aslında sadece kadınlar değil, erkekler de on yıllardır ayrımcılığa uğruyor.

Eğer bir mücadele verilecekse, ÖNCE bu duruma yol açan siyasi partiler yasasını, yeni ANAYASA ile birlikte değiştirmeye çalışmak için verilmelidir.

Kadınlar Uyanın! Uyuyan erkekleri de uyandırın…



(*) Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği

(**) Pozitif ayrımcılık

24 Eylül, 2007

Değişen Anayasa Değişmeyen Türkiye

Yeni Anayasa Tartışmaları

Gerçekten değişen, gelişen ve özgürlüklerin egemen olduğu bir ülke mi istiyorsunuz? Bunun ne yaparsanız yapın tek bir yolu var: Türkiye’nin Anayasası kadar, “siyaset yapma” biçimini de acilen değiştirmesi, “demokratikleştirmesi”…

Bu da yine “siyaset yapma” hakkının gerçek anlamda Anayasal güvence altına alınmasıyla mümkün.

Kısaca, Anayasa’daki siyasi partilerle ilgili hükümler içine “parti-içi demokrasiyi”, diğer bir deyişle “milletin iradesini” koruyacak maddeler koymazsak Türkiye’de birçok şeyin değişme şansı olmayacak.

O kadar olmayacak ki, TBMM yine milletin değil, liderlerin vekilleriyle dolacak, partiler, genel başkanların küçük krallıkları olmayı sürdürecek. Faklı ses, vizyon, program ve hedefler ancak lider ve ekibinin “anlama” kapasitesi kadar şans bulacak. Siyasete katılmak, ülkesine hizmet etmek isteyen gençler, yetişkinler, kadınlar, bilim adamları, iş adamları vd. “icazet” almadan siyasal yaşam içinde hayat bulamayacaklar.

Bunun Türkiye’ye ve hepimize maliyetini ne olduğunu bilmiyoruz .

Partileri kendi “mülkiyeti” gibi kullanan lider ve ekiplerinin, siyaset üzerindeki “sivil” vesayetlerinin bize nasıl bir bedel ödettirdiğini, kaybettiğimiz yılların ne kadar olduğunu bilmiyoruz.

Siyasete katılarak, aklını, fikrini, emeğini koyabilecek yüzbinlerce insanımızı siyasetten uzak tutarak neleri yitirdiğimizi bilmiyoruz.

Mevcut düzen, siyaseti belli bir kesimin elinde adeta tekelleştiriyor. Bir kitle partisine girmek, üye olmak, orada parti-içi demokratik bir mücadele yapmak, farklı fikir ve program önerileri dile getirmek, bunları demokratik yollarla seçilmiş, delegeler veya parti üyeleriyle paylaşmak neredeyse imkansız.

O kadar imkansız ki, delege kontrolünü yitirmemek için üye kaydı yapmayan partilerimiz var. Yıllarca siyaset yaptığı partide eğer genel başkan ve ekibine yakın değilse, yine genel başkanın kontrolünde bulunan disiplin kuruları kanalıyla tasfiye edilen partililer haklarını bile arayamıyor.

Neredeyse her şey evet her şey genel başkan ve ekiplerinin iki dudağı arasında. Üstelik bu dudakların sağı ve solu yok.

Türkiye bu anlamda tam bir “iki dudak demokrasisi”.

Eğer demokratik bir Anayasa yapacaksak, öncelikle Anayasanın “Siyasi partilerle” ilgili hükümlerini tartışarak başlamalıyız. Ülkemizin mutlu geleceği, geleceğimiz siyaset yapma kanallarımızı, siyasi partilerimizi demokrarikleştirmemize bağlı.

Şu anda görünen köy, (taslaklar) bu yönde en küçük bir değişikliğin olmadığı yönünde. Bu tartışmayı büyütmek zorundayız. Şimdi tam sırası.

17 Eylül, 2007

Anayasa Tartışmaları Kılavuzu

Çok uzak olmayan bir gelecekte, yeni bir Anayasamız olacak. Sessiz kamuoyumuz, hafif hafif konuya ısınmaya, köşe yazarları, artık ayyuka çıkan ilk “taslak” üzerinden yazılar yazmaya başladılar.

Önce süreç nasıl başladı, işliyor ya da işleyecek onu saptayalım:

AKP seçimlerde bildiğiniz gibi “Sivil Anayasa” vaat etti. Vaadinin gereğini yerine getirmek için, Prof. Dr. Ergun Özbudun başkanlığında 6-7 kişilik bilim adamları grubuna bir TASLAK hazırlattı. Fakat bu taslak, AKP’nin kendi önereceği TASLAK DEĞİL. AKP bu taslağı temel alarak, kendi önerisini şu anda hazırlıyor. Yani şimdi toplumun tüm kesimlerinin önüne koymak için kendi anayasa TASLAĞINI yazıyor. Partinin hukukçu ağırlıklı bir komisyonuna bunu yaptırıyor. Bu TASLAĞI yakın bir tarihte kamuoyuna açıklayacaklar.

Bu aşamada ve sonrasında, biz yurttaşlar olarak ne yapabiliriz? İşte adım adım bir kılavuz:

1. Önce mevcut Anayasamızı bir güzel okuruz. Çok uzun ve sıkıcı geliyorsa, ben zaten hukukçu değilim falan diyorsanız, sizi ilgilendirdiğini düşündüğünüz bölümlerine bir göz atabilirsiniz. İnternette mevcut. Anayasa Mahkemesi’nin sitesini öneririm.

2. Daha önce yapılmış Anayasa tartışmalarına bir göz gezdiririz. Yine internetten ulaşmak mümkün. Ayrıca daha önce yapılmış, değişik Anayasa taslaklarına bakarız. Şimdi ben hukuk dilinden anlamam, kim uğraşacak da bulacak bunları demeyin. Yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlarlar, hem “YURTTAŞ OLMAK” o kadar kolay değil. (Ayrıca yabancı dil biliyorsanız şöyle yurt dışına bir uzanın da demiyorum)

3. Sizi rahatsız eden maddeleri, etmeyenleri, değişmesini istemediklerinizi, başka yazarların, bilim adamlarının katıldığınız fikirlerini not edersiniz veya “bloğunuzda” bir yazıya dökersiniz. Ufak ufak başladı bile.

4. Ve AKP Taslağını açıkladı. Basındaki tartışmalardan önce, elinizde ne istediğinizi/istemediğinizi, sorunlarınızı bilme şansınız var artık.

5. AKP’nin taslağını ben olsam, mevcut Anayasadan önce hazırlattığı ilk taslakla karşılaştırırım. Bakalım siyasi akıl, bilim adamı “aklına” nerede katılmış, nerede ekleme, çıkarma yapmış. Ardından mevcut Anayasada neleri değiştiriyor, bakarım.

6. Maddelerin seçenekli sunumunda gerçekleşen olası laf cambazlıkları özel ilgi alanıdır, bazılarının. Olabilir.

7. Önerdiklerini tek tek virgülüne kadar okumak/tartışmak zorundayız. Örneğin benim genel bir bakış açım, temel bir talebim var: Demokratik, adil, laik bir Cumhuriyet Anayasası, hep bu açıdan bakacağım.

8. Özel bir de talebim/derdim var: Yakında onları da yazacağım. Anayasamızın bizi “iki dudak demokrasisi”nden korumasını, milletin iradesini yine millete teslim etmesini istiyorum. Umarım sizin açınız daha geniş olur.

9.Anayasa’nın değiştirilemeyecek, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek hükümlerini artık ezberlemek ve onlara sahip çıkmak zorundayız. Bir askeri darbe yerine “sivil” darbeye izin vermemek için.

10. Ondan sonra gelsin tartışma, gelsin yeni öneriler, gelsin tembel muhalefet partilerinden eleştiriler, STK’lar kendi talep ve taslaklarıyla tartışmayı genişletsin. Uzlaşmayı temel alsak da, her şey de uzlaşmak zorunda değiliz.

Biliyorum, hukuk ve özellikle Anayasa hukuku başlı başına bir “uzmanlık” alanı. Ve hukuk neredeyse kendi dili olan bir disiplin. Ancak belki de sadece bu nedenle bile tartışmaya katılmak, basit, herkesin anlayacağı, özgürlükçü ve adil bir Anayasanın hazırlanması için katkı sunmak zorundayız.

Kimileri için “bu ‘onların’ taslağı ve Anayasası, zaten böyle bir şey yapamazlar. Ben oynamıyorum.” demek de bir seçimdir.

Ancak diyorum ki; tartışmaya katılsanız da katılmasanız da ortaya çıkacak metin, bütün hayatımızı ve geleceğimizi etkileyecek. Bu Anayasayı tamamen AKP Anayasası değil, etkileyebildiğimiz kadar milletin Anayasası yapmak, “ben oynamıyorum” demekle mümkün değil.

Biliyorum, herkesin önemli bir sürü işi var. Hepsi birbirinden önemli. Onları bir an önce yoluna koyun. Ve çok oyalamayın, hazırlanın.

Bir ANAYASA yapacağız.

İstisnasız ve imtiyazsız Anayasa

Anayasa taslağı önümüze konmak üzere. Birkaç gün içinde tartışmayı bir taslak üzerinden yapmaya başlayacağız. Taslak öncesinde herkes kendine sormalı.

Gerçekten sivil bir Anayasa mı istiyoruz?

Yanıtınız evet ise, öncelikle istisna ve imtiyaz yaratan Anayasa maddelerini tartışacaksınız o zaman.

Kim olursa olsun, asker, sivil, kurum, kişi demeyeceksiniz mevki ve makama bakmayacaksınız. Hukuki eşitlik ilkesini Anayasanın sadece ruhuna değil tüm maddelerine açık seçik yazacaksınız. Ama “fiili” eşitliği de unutmadan.

Yüksek Askeri Şura kararlarını yargı denetimine açıyorsanız, Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu kararlarını da açacaksınız, kimseye ayrıcalık sağlamayacaksınız. Hükümeti, bakanları yargıya müdahele eder olmaktan çıkaracaksınız.

Sadece milleti koruyan, millete “taraf” bir Anayasa yapacaksanız, devleti ve devlet kurumlarını vatandaş karşısında “hükmeden” değil “hizmet” eden hale getireceksiniz. Devletin millet için var olduğunu unutmadan, devleti de yozlaştırmadan.

Milletvekillerinin kürsü dokunulmazlığının, aslında “vatandaşın dokunulmazlığı” olduğunu bileceksiniz, diğer dokunulmazlıkların “imtiyaz” yarattığını da. Yolsuzluk ve rüşvet suçları da dahil bir istisna bırakmadan, yargı bağımsızlığına teslim edeceksiniz milletvekillerini de, millet gibi.

YÖK’ün yarattığı imtiyaz ve uygulamaların da başka istisnalar yaratılarak yeni/sivil anayasada tekrar edilmemesi, eğitimin keyfi ellere terk edilmemesi gerekir.

Ve partilerin genel başkanlarının küçük krallıklarına dönüşen siyasi partilere yeni anayasanın “dur” demesi, siyasi partiler yasasına dayanak taşıyacak nitelikte ve açıklıkta bir madde yazımı şarttır.

Bu madde “milli iradeye”, millete anayasal anlamda iradesinin “gerçekten” teslim edilmesi olacaktır. Tasdik değil, seçme hakkını yeniden millete geri verecektir.

Ayrıca 1982 Anayasası’nın geçici maddeleriyle kendini güvenceye alan darbecilerin yargılanma yolu da açılmalıdır.

Hem demiyor mu mevcut Anayasamız bile: Herkes kanun önünde eşittir. Hiç bir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.

Ancak yeni Anayasada mevcut durumun hukuki eşitlik sağlarken fiili “eşitlikten” uzak tuttuğu "kadınlarımız" için “olumlu eylemler” çerçevesinde bir yaklaşıma yer vermesi kaçınılmaz görünmektedir.

Anayasada ne kadar az istisna, ne kadar az imtiyaz, o kadar demokratik bir Türkiye demektir.

28 Ağustos, 2007

Anayasamız Hayatımız!

Kayıtsız kalamayacağınız, hepimizin yaşamını, geleceğini kökünden etkileyecek çok temel bir belge, Anayasa. Anayasa’ya toplumun hangi kesiminde olursanız olun, sahip çıkmalı, tüm içeriğini genel-özel yönelimlerini tartışmalıyız.

Eğer laikliği korumak istiyorsanız;

Eğer tam demokratik bir Türkiye istiyorsanız;

Eğer başkanlık sistemi, yarı başkanlık sistemi ya da daha güçlü bir parlamenter bir sistem istiyorsanız;

Devletin kurumları arasındaki denge, Cumhurbaşkanının yetkileri, seçimi konusunda aklınıza yatmayanlar varsa, durmayın Anayasa tartışmalarına katılın, nedenlerinizi, gerekçelerinizi yazın.

Anayasa yapmak sadece uzmanların işi değildir, üye olduğunuz sivil toplum kuruluşunu harekete geçirin veya bireysel olarak katılın, yeni Anayasanın yapımına.

Anayasamız ancak böyle “sivil” olacak. Temsili demokrasiden, katılımcı demokrasiye geçmek için artık el verin, katılımcı olmaktan uzak durmayın.

Toplumsal “uzlaşmanın”, toplumun taleplerinin, çağın gereklerinin, beklentilerinin, hukuk devleti olmanın adil ve sosyal bir devlet olmanın belgesidir, Anayasa.

Ülkemizin, Cumhuriyetimizin, çağdaş demokrasimizin sınırlarını Anayasamız çizecek, katılın ki bu çizgilerin vicdanlı, ahlaklı, geleceğimizi öngörecek ilkelerle bezenmesine aracılık edebilelim.

Güzel Türkçemizi egemen kılalım Anayasamıza, az, öz, açık anlamlarla bezeyelim, mümkün olduğu kadar herkese göre eğilip bükülen, herkesin istediği anlamları çıkardığı maddelerden kurtaralım.

Cumhuriyetimiz üzerinde askeri, bürokratik ve “sivil” vesayet kurmak isteyenlere engel olalım.

Tüm bunlar için, sadece sandığı beklemeyin, yapım sürecine dahil olun, “ses” verin, “demokratik” bir anayasa için çaba harcayanlara güç-destek verin.

Anayasaya Cumhuriyetimizin kuruluş coşkusuyla sahip çıkın, vizyonsuzluğa, temel hak ve özgürlüklerimizi daraltabileceklere karşı durun.

Gelin tartışmayı genişletelim: Yasamayı yürütmenin tahakkümünden kurtaralım. Yargıyı tam bağımsız kılalım. Milletin vekillerini, lider vekili olmaktan çıkaracak düzenlemelere, Anayasal güç katalım.

Milletin iradesini, yine millete kazandıralım. Kendi irademizi, kimseye kurban etmeyelim.

Anayasamız hep, “demokrasiye aşık Türk evlatları” tarafından korunmak üzere yemin edilirken, bir yandan da katledildi. Her darbeci veya “sivil” kendi dar görüşlülüğünü dayattı. İnsanı değil, devleti korumayı esas aldı. Her ikisini birlikte korumanın bir yolunu bulalım.

Başta laik-anti laik kutuplaşmasına, Kürt Sorununa çare olacak, bizi birbirimize düşürmek için çaba harcayanlara yanıt verecek bir çaba sergileyelim. Toplumun kırılma noktalarının Anayasal referanslar taşımasına izin vermeyelim.

Şimdi bir yurttaş olarak büyük bir fırsat var önümüzde, sadece kendi geleceğimiz için değil çocuklarımızın ve ülkemizin geleceği için demokratik bir Anayasa yapma fırsatı. Özgürlüklerden, demokrasiden korkan “demokratlara” bu kez boyun eğmeden, “güçlü bir demokrasi” için Anayasamızı “yapalım”.

27 Ağustos, 2007

Anayasayı biz “yapmalıyız”

"Sivil Anayasa"nın ilk taslağı ve sızanlar üzerinden tartışmalar yapılıyor. AKP özellikle Prof Dr. Ergun Özbudun ve ekibine hazırlattığı ön taslağa hukukçulardan oluşturduğu komisyonla çeki düzen veriyor. Hem Özbudun’la yapılan röportajlardan hem de basında bu taslakta yer alan “ilginç” bölümler üzerinden kamuoyunun örtülü ilgisiyle bir tartışma isteği seziliyor.

Ancak önümüze konacak bir taslaktan çok önce “kendi” beklentilerimizi “Sivil Anayasa”dan taleplerimizi parlamentoya ve tüm kamuoyuna duyurmalıyız.

AKP’den yapılan açıklamalara göre taslak metne son şekli verildikten sonra sivil anayasa tüm milletvekillerine ve sivil toplum kuruluşlarına götürülerek, görüşleri alınacak. Ayrıca daha sonra internet sitesinde yayınlanarak kamuoyunun görüş ve düşüncelerine başvurulacak. AKP’nin planına göre, ekim ayından itibaren Meclis’te ele alınacak olan Anayasa değişikliği için 2008’in Şubat-Mayıs aylarında referanduma gidilecek.

Bu taslak önümüze konduğunda, geçmişte yapılan bu tartışmalar çok daha fazla yol gösterici olacaktır. Türkiye ilk kez bir anayasa yapmıyor. Ama uzun zamandır ilk kez “siviller” bir anayasa yapacak. Ve bu seferde siviller, sadece “lider vekillerinden” oluşmasın. Halk her aşamasında anayasasını tartışsın, oluştursun. Bu sadece Meclis’e bırakabileceğimiz, “vekillerimize” devredeceğimiz bir konu değildir.

22 Temmuz seçimleri gibi bu tartışmalar, tüm ayrıntılarıyla, hatta anayasayı oluşturan temel haklar ve ödevler başta olmak üzere tüm bölümlerini kapsayacak bir biçimde dizayn edilebilir.

Geçmişte başta TÜSİAD, sendikalar, üniversiteler olmak üzere birçok kurum, topluluk Anayasa taslakları hazırladı, bunlar da bulunup tartışmanın zenginleşmesi, farklı bakış açılarının oluşması için internet ortamına taşınabilir. Ayrıca bu konudaki haberler özel olarak derlenebilir.

Bu satırların yazarı, “temsil” konusunda ciddi sorunlar taşıyan, lider vekilleri ile dolu bir Meclis’in “sivil bir anayasa” da yapamayacağına inanmaktadır.

Bu inancımı değiştiren bir değişiklik de henüz ufukta görünmemektedir.

Ancak, bir toplum tüm yaşamını, haklarını, hukukunu, ödev ve sorumluluklarını nasıl yönetileceğini belirleyen temel bir belge yeniden yazılırken suskun kalmamalıdır. Bu suskunkunluğun boyutları ilerde yaşayacağız demokrasi dışı olayların derinliğini de belirleyecektir.

1982 Anayasası yapılarken, önüne konanı onaylamak/onaylamamak seçeneği dışında davranamayan bir toplum olmaktan bu sefer çıkmalı, yeni sivil anayasamızı sadece tasdik etmemeli, “yapmalıyız.” Toplumun tüm kesimleri, hep birlikte…

Anayasa, ancak böyle "sivil" olur.

Türkiye’de önümüzdeki aylarda tartışacağımız bundan daha önemli, daha hayati bir konu yoktur.

26 Ağustos, 2007

Ne Coşkun ne de Erdoğan

Yine toplumu, “taraf olmaya” iten, taraf oldukça bertaraf olunan tartışmalar… Yine gereksiz bir polemik. Yine bizi buraya getiren ve yıllardır bulunduğumuz yerde saymamıza yol açan, asıl gerçekleri tartışmak yerine, boşa kürek çektiren tartışmalar…

Abdullah Gül, Bekir Coşkun’un Cumhurbaşkanı olmayacakmış, o “göbeğini kaşıyanların” Cumhurbaşkanı olacakmış. Vakti zamanı geldiğinde “kimi Cumhurbaşkanı yapalım, kimi yapalım” diye düşünen Başbakan ve 3-5 politik şahsiyetin “son anda” aklına gelen kişi cumhurbaşkanı olursa, bu kişi “Anayasa mahkemesi” başkanı olduğu için, “göbeğini kaşımayanların” Cumhurbaşkanı olabiliyor.

O kişi, Coşkun’un Cumhurbaşkanı olabiliyor. “Göbeğini kaşıyanların” oy verdiği parti %46 oy alıyor, onun içinden biri çıkıp Cumhurbaşkanı adayı oluyor, ama o “cumhurbaşkanı” olamıyor, neden? “Göbeğini kaşıyanlar”ın % 46 oy verdiği partiden, üstelik Türkiye’yi “karanlığa” götüreceği iddia edilenlerden olduğu için…

Bu çifte standartçılar yüzünden, halk sizin istediğiniz gibi oy kullanmazsa “göbeğini kaşır, sırıtır” sizin düşündüğünüz gibi kullanırsa “çocukları için aydınlık Türkiye isteyenler”den olur.

Ne zaman uyanacaksınız?

Ne zaman “kendine demokrasi” istemekten vazgeçeceksiniz?

Baylar, bayanlar, göbeği kaşınanlar, kaşınmayanlar bu ülkenin “iki dudak demokrasisi” olduğu gerçeğini görmeniz için daha neler yaşamamız, neler gerçekleşmesi gerekiyor?

Biri çıkar “kardeşini” Cumhurbaşkanı yapar, biri çıkar “aklına geleni-önerileni” kendisinin bile seçilmeden bir hafta önce Cumhurbaşkanı olup olmayacağını bilmeyen bir hukukçuyu, generali ve benzerini…

“Göbeğini kaşımayanlar Cumhuriyeti”nde yaşadığını zanneden ve her zaman her şeyin en iyisi ve doğrusunu bilen zevat, bu durumdan hiçbir zaman bir rahatsızlık duymaz. Ara sıra, “partilerde lider oligarşisi, parti içi demokrasi de yok ama” diye yazılar döşenir. Bunu yeterli sayar. Ama yıllardır, her seçimde ülkenin geleceğini, iktidarını, muhalefetini, cumhurbaşkanını 3-5 liderin iki dudağı arasına hapsettiği gerçeğini görmezden gelir.

Ve sonunda iktidar seçkinlerinin bir parçası gibi kendi köşesinden, kendi yarattığı ve aslında sadece “kağıttan kaplan” olanlarla dövüşür, “kahraman olur”. Önce bu “kahramanlardan” kurtulmamız gerekiyor…

Baylar bayanlar, bir rüyaya dalmış bir türlü uyanmayanlar:

Ülkemizdeki “sivil” anayasanın da, cumhurbaşkanı seçimin de “demokratik” olma şansı yoktur. Bu polemiklerde bizi taraf olmaya itenlerin de böyle bir derdi hiç yoktur.

Siyasi partiler demokratikleşmediği sürece, liderlerin iki dudağı arasına şıkıştırılan milletin iradesi, parlamentoda 550 lider vekiline dönüştürülmekten kurtarılmadığı sürece hiçbir şey değişmeyecektir. Herkes adeta “atanarak” seçilmeye devam edecektir.

Türkiye’nin derin bir “demokrasi” sorunu vardır. Ve demokrasimiz sadece askeri ve bürokratik bir vesayet değil, aynı zamanda “sivil” vesayet altındadır.

Bu tartışmadaki en büyük talihsizliğimiz, bu çok okunur köşe yazarı gibi “kendine demokratlarla”, yurttaşlık hakkının yaşama hakkı kadar kutsal olduğunu, ne düşünürse düşünsün kimseye düşüncelerinden ötürü “vatandaşlıktan çık” çağrısı yapılamayacağını “bilmeyen” bir başbakan arasında, sanki tercih yapmak zorundaymışız gibi bir ortamın oluşmasıdır.

Umarım Türk halkı bir gün, göbeği kaşınan-kaşınmayan, yurttaşlık hakkını yok sayanlar gibi “cambaza bak” diyerek asıl tartışma sahamızı yok edenleri, teşhir ve teşhis edecektir: Bu yapay tartışma ortamında “iki dudak demokrasimizin” yol açtığı sorunların temelinde yer alan “zihniyet” problemlerimizi de…

06 Ağustos, 2007

Krallar Sivil Anayasa yapamaz

1982 Anayasa’sının yerine “sivil anayasa” yapma tartışmaları seçim sonrasında aldı, yürüdü. Ancak böyle bir Anayasa’nın Türkiye’de yapılmasını sağlayacak “demokratik meşruiyet” yok. Milletin iradesi üzerinde kurulmuş “vesayet” nedeniyle bu mümkün değil.

Burada askeri-bürokratik vesayetten değil, doğrudan “sivil” vesayetten söz ediyorum. “Seçilmiş” krallar tarafından yönetilen siyasi partilerimizle, “iki dudak demokrasisi”nin egemen olduğu siyasal sistemimizde tam anlamıyla meşru, “sivil/dmemokratik” bir Anayasa yapmak mümkün değil.

Bugün TBMM’yi oluşturan parlamenterlerin büyük çoğunluğunun, askerlerin iki dudağı arasından çıkan Danışma Meclisi üyelerinden çok farkı yok. Sadece 5 generalin yerini, 5 siyasi parti genel başkanı almış durumda.

22 Temmuz’da sandıktan çıkan irade, millete büyük oranda kendi temsilcisini “seçtiren” değil, daha önce seçilmişleri “tasdik” ettiren, siyasi partiler ve seçim yasası’nın, partilerin genel başkanları ve ekiplerine tanıdığı iradedir.

Kendimizi aldatmayalım.

Bu Anayasa tartışmalarında, ortaya çıkacak olan tüm taslakları “sivil”, “demokratik” ve “meşru” kılacak olan, hazırlayanlar kadar, “tümüyle” milletin iradesiyle seçilmiş parlamenterlerin varlığıdır. 2 gün sonra yemin edecek olan “milletin” vekillerinin, vicdanlarıyla baş başa kaldıklarında, gerçekte nasıl seçildiklerini, TBMM’de en çok neyi “temsile” zorlanacaklarını düşünmeleri gerekecektir.

Gerçek bir sivil anayasa yapmak istiyorsanız, her şeyin sivil-demokratik olması zorunludur. Her anlamda halka güvenen, halkın oyunu, sadece genel seçim sandığında değil, parti içi bütün seçim süreçlerinde başvurulacak ana irade olarak kabul edenlerin bir mesafe katetme şansları vardır.

Türkiye’de ve Avrupa Birliği içinde mevcut sistemden beslenen tüm güç odakları, bu temel sorunsalı, tümüyle "demokratik meşruiyeti" hiç dert edinmemektedir. Hatta o kadar ki bunu sürekli kılan ve siyasi partileri dönüştükleri küçük krallıklardan kurtaracak, hiçbir “yasal” değişiklik talep dahi edilmemektedir.

Türkiye’nin her şeyden önce “sivil” ve “demokratik” bir siyasi partiler yasasına ihtiyacı vardır. Sivil Anayasa, ancak bundan sonra mümkündür. Yoksa genel başkanların ve kurdukları ekiplerin elemesiyle oluşmuş bir parlamentonun yaptığı Anayasa’nın demokratik “meşruiyeti” ve kimi “temsil” ettiği her zaman tartışmalı olacaktır.

Anayasal düzeyde sağlanacak güvenceyle, partilerimizi milletin iradesinin kayıtsız ve şartsız egemen olduğu yapılara dönüştüremediğimiz sürece, adı “cumhuriyet” olan, aslında siyasi partileri küçük krallıklara dönüşmüş bir Türkiye’de yaşamaya mahkum olacağız.

AKP veya başka bir partinin önerisi olsun, şu anda tartıştığımız “Sivil Anayasa” iktidar seçkinlerinin sınırlı “vizyon”unu yansıtmaktan ileri gidemeyecektir. Tümüyle milletin iradesi ve çoğulcu yapısının “temsil” edildiği bir yapının hala çok uzağındayız. Ve kurucu irade düzeyinde bu Anayasa’nın da “meşruiyeti” her zaman tartışma konusu olacaktır.

20 Temmuz, 2007

“İki dudak demokrasisi” Hollanda’da

Hollanda’da 29 Mayıs tarihinde yapılan senato seçimlerinde, partisi’nin de beklemediği bir biçimde bir Türk, ilk kez senatör seçildi. Bu Sosyalist Parti’nin(SP) lideri ve üst yönetimini şok etti. Çünkü alt sıralara nasıl olsa seçilmez diye koydukları Düzgün Yıldırım, tercihli oylarla senatoya seçilmeye başardı. Şimdi onu partisinden atmak istiyorlar.

Türk asıllı ilk senatör olan Düzgün Yıldırım, 12 Haziran’da yemin edip göreve başlamasına rağmen partisinin "Görevi bırak" baskısına maruz kalıyor. Hatta SP lideri Jan Marijnissen, "Eğer görevi bırakmazsa partiden atacağız" diye tehdit ediyor.

Sosyalist Parti, parlamentonun 150 üyeli Temsilciler Meclisi kanadında 25 ve Senato kanadında da 12 üye ile temsil ediliyor. Hıristiyan Demokratlar, İşçi Partisi ve CU Hıristiyan Birlik partilerinden oluşan koalisyon hükümeti senato da çoğunluğa sahip. SP ise 12 üyeyle dördüncü durumda.

Anlaşılan o ki, “iki dudak demokrasisi” her yerde egemenliğini kurabiliyor. Tercih sistemiyle bu egemenliği kırsanız da, bu kez partinizden dışlanmakla karşı karşıya kalıyorsunuz.

22 Temmuz seçimleri arifesinde yaşanan bu olay bana bizim gerçeğimizi tekrar anımsattı: Liderlerin vekilleri olarak parlamentoya seçilecek ve milletten sadece “onay” alacak olan bizim “milletvekillerimiz” de aynı biçimde iki dudağın insafına, hoşgörüsüne kalmış durumda. Listelere “konmayan” milletvekillerine bir inceleyin, “muhalif” olmanın bedeli nasıl ödettiriliyor görürsünüz.Yıldırım, seçimde listenin 18’inci sırasında olmasına karşılık tercih oylarıyla 4’üncü sıraya yükselip seçilmeyi başarıyor. Biz de bu şans da yok. Lider ve yanındaki ekibi sizi, “çeşitli” kriterlere göre eliyor. Milletin onayına sunmak için.

Ama bir kriter var ki, onsuz olmuyor: Sadakat.

Liyakat sadakata kurban verilirken, itaat siyasetinizin temel düsturu oluyor. Ve temsil ettiğinizi zannettiğiniz, milli irade, genel başkanların iradesi ile yer değiştiriyor. Böylece sadece liyakat değil, “milli irade”de liderlerin hegomonyasına kurban ediliyor.

Anlaşılıyor ki, sadece Türkiye’de değil, Hollanda’da dahi, siyasi partiler, “parti disiplini” adı altında küçük krallıklara dönüşmüş.

Lider oligarşisinin, tüm parti yönetimine sindiğini gördüğümüz bu örneği Türkiye, nerdeyse her gün yaşıyor: Ön seçim yapmadan, “merkez yoklaması” denilen bir garabetle milletvekilleri belirlendi. Lider ve ekibi seçimlerin birinci turunu yaptı. Pazar günü biz ikinci turda seçtiğimizi sandığımız milletvekillerini sadece “tasdikleyeceğiz.”

“İki dudak demokrasisi”ne dönüşen siyasal sistemimizde bir seçim “oyunu” daha oynayacağız.

Bu arada Düzgün Yıldırım, partisi atsa da bağımsız veya başka bir partide senatör olma şansına sahip. Belki mücadele ederse Sosyalist Parti’ye “demokrasiyi” öğretme şansı olabilir.

Ya Türkiye’deki durum? Heveslenmeyin, bizim hiç şansımız yok.

Bu Siyasi Partiler Yasası yerinde durdukça…

19 Temmuz, 2007

AKP seçimi neden kazanacak?

Seçime 3 gün kaldı. Siyasette 24 saat bile uzun bir süredir, ancak artık sonuçları değiştirecek çok dramatik bir gelişme ve seçmenlerin kanaatlerini doğrudan etkileyecek bir adım atılacağını sanmıyorum. Anketlerde biraz abartılı da çıksa, sonuç artık belli oldu: AKP açık ara seçimi kazanacak.

Üstelik tek başına iktidar olma şansı da çok yüksek. Ve bir olmayanı da başarabilir, iktidardayken oy oranını da artırabilir. Genelde seçim sonrasında “neden kazandı?” diye bir analiz yazılabilirdi. Ama görünen köy kılavuz istemiyor, 23 Temmuz sabahı bizi bir sürpriz beklemiyor.

Neden AKP kazanacak?

Üstelik işsizlik, gelir dağılımı, terör, asayiş konularında kitleleri etkileyecek bir iyileşme yaşanmadığı halde, hatta dış politikada geniş kitleler tarafından “ödün” diye algılanan adımlar atılırken.

Neden, üstelik oylarını artırarak tekrar AKP kazanabilir?Bir değil, birçok sebebi var. Sayacağım bu sebeplerin, kişilerin oy verme davranışına etkisi farklı düzeylerde, ancak birkaçının veya tümünün etkisi altında kalan kitleler, 22 Temmuz’da AKP’ye bir kez daha önemli bir “iktidar” fırsatı tanımaya hazırlanıyorlar. Bu fırsatın değerini ne kadar bileceği, bilip bilemeyeceği ayrı bir tartışma/yazı konusu.

Halkımız 2002 yılında %34.4 oranında AKP’ye oy verdi. Ve bu oy 2004 yılında yerel seçimlerde % 41’i aştı. AKP seçmeni diyebileceğimiz bir kitle “sosyolojik” olarak net bir tanıma sahip olmasa da, artık var. Partilerine bağlılık oranı yapılan farklı araştırmalarda %70-80 aralığında seyrediyor. Üstelik AKP çok yeni bir parti, bu birçok partiye göre oldukça yüksek bir oran. Partiye oy verenlerin sadakati, partilerinden vazgeçmemesi, AKP’nin zaten seçim yarışına çok önden başlamasını sağlıyor.

Neden vazgeçmiyorlar ve AKP neden yeni seçmen kazanıyor?

Bu sorunun yanıtı sadece AKP’nin becerisinde değil, özellikle muhalefetin “beceriksizliğinde” saklı. Belki de en önemli etkenler son birkaç ay içinde yaşanalar da aranmalı.

Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde Meclis’te yaşananlar, 367 şartının ilk kez aranması, Anayasa Mahkemesinin kararı ve e-muhtıra, halkın önemli bir kısmının, özellikle AKP'ye daha önce oy veren seçmenin yeniden AKP’nin arkasında durmasına yol açtı.

Bu arkada durmanın önemli etkenlerinden biri de : Seçim ve adaylık sürecinde ana eleştirilerin Abdullah Gül'den çok, eşinin başındaki türbana ve dindarlığına (dinciliğine!) yönelik gibi bir “izlenimin” toplumda hakim olması, “muhalefetin” bu “havayı” dağıtmak yerine, beslemesidir.
CHP’nin stratejik olarak tüm muhalefeti arkasında toplama niyetiyle sürdürdüğü "laik-anti laik kutuplaşması", belli açılardan kararsız olan seçmenlerin bir kısmının AKP'ye yönelmesine neden oldu.

Toplumu ortadan ikiye bölme ve bir tarafında “ana muhalefeti” sahiplenme gayreti, aynı alandan oy alan MHP, DP, GP vd. küçük partiler yüzünden CHP için etkili bir seçim sonucuna bir türlü dönüşemedi. Bir tür polarizasyon içine sürüklenen seçmenler, bu ortamda farklı saiklerin etkisi altında davranabilecek duruma düştüler.

"Cumhuriyet mitingleri" ve sonrasında CHP’nin bu mitingleri “sahiplenme” ve “solda birlik” için bir katalizöre dönüştürme gayreti, çok parçalı “laik” blok arasında bir bölünme yaratırken, başka partilerde de büyük tepkilere neden oldu. Ayrıca bu süreçte sessiz kalan, anti laik olarak “nitelenen” muhafazakâr-dindar kesimler, Anadolu’da bu “kutuplaşmaya” tepkisini gösterecek bir kanal-alan bulamadı. Sadece AKP mitinglerinde görünerek içine girdiği psikolojik yenilmişlik duygusundan çıkması mümkün olmayan bu kitlelerin, rövanşı sandıkta alma eğiliminde olduklarını söylemek çok yanlış olmayacaktır.

Bu kutuplaşmanın yarattığı kırılma, belki de AKP’ye oy vermeyecek, hatta vazgeçebilecek muhafazakar kesimlerin tekrar ona yönelmesine yol açacaktır. Bunu en çok besleyen etken, 27 nisan gecesinde Anayasa Mahkemesi kararını bile bekleyemeyen “askerlerin” yayınladıkları “e-muhtıra”dır. Mağduriyetin “sivil” tarafını, tamamen “askerileştirmiş”, siyasi mücadele, halkın geniş kesimlerinin gözünde tamamen “devletin” müdahalesine dönüşmüştür.

Bu süreci ve “mağduriyetin” kazanımlarını iyi değerlendiren AKP, bildiriye yanıt verme “cesaretini” göstermiş, alttan almadığı izlenimi de yaratmıştır.

Recep Tayyip Erdoğan’ın liderlik yetenekleri, “mağduriyeti” aşarak başbakanlığa gelmiş bir “mazlum” olması ve kendi kitlesi içinde kabul görmüş olan karizması da, seçmenini partisinde tutarken, kararsız ve yeni oy kullanacak seçmenler için de bir adres olmasını sağlamaktadır. “Meydan okuyan, Kasımpaşalı tavrı” geniş kitlelerde bir karşılık bulmaktadır. Yapılan anketler ve araştırmalar, AKP’nin tüm Türkiye coğrafyasından yüksek oranda oy alan tek parti olduğunu göstermektedir.

AKP’yi sadece kendi izlediği politikalar ve “mağduriyet” sandıkta başarıya götürmeyecektir. Özellikle muhalefet partilerinin izledikleri, hatta tercih ettikleri politikalar da seçmenin hem AKP’den vazgeçmesi için bir neden oluşturmamakta hem de yeni-kararsız seçmene bir alternatif yaratamamaktadır. Hatta AKP'ye karşı tek güçlü "muhalefet". başbakanın kendi "dili" olmuştur.

2002 seçimleri öncesinde yaşanan büyük ekonomik ve siyasi kriz sırasında Türkiye’de vatandaşa “adres” yokluğunda, adres olma şansı bulan AKP, şimdi bu kez de “gerçek” muhalefet yokluğunun şansını kullanacak görünüyor. Birçok yazar çizeri, seçmenlere “AKP’ye değil, CHP ya da MHP oy verin” telkinine yönelten “kutuplaşma”, diğer partilerin seçmenlerinin “iktidar” şansını nerede aradıklarını, sandıklar açıldığı zaman gösterecektir.

AKP karşısında “kutuplaşma”, yani negatif politika ve kampanya iletişimi dışında, geleceğe yönelik “umut” verecek proje siyasetini sergilemeyen muhalefet, üstelik rakibinin “mağdur”a dönüştürülmesine katkı sağlayarak, kendisine oy verilmesi için somut bir neden yaratamamaktadır. Vatandaşın algısını çözemeyenler, onu yönetemezler de.

Tüm seçim kampanyasını 3-4 ana tema üzerinde kilitleyen, “mazot, ip, fındık, gemi” tartışmalarıyla yetinen muhalefet, Türkiye’nin temel sorunlarını tartıştırma ve sergileme fırsatını kaçırmıştır. Sadece başbakanın sözleri/gafları üzerinden üretilen "reklam kampanyalarının" ise oya dönüşme sansı yoktur. Zaman iyi kullanılamamış, seçim günü gelip çatmıştır.

Siyasal iletişim bir ikna sürecidir. Ve iknanın temel koşulları güven ve inandırıcılıktır. 22 Temmuz, tüm liderler için bu anlamda da önemli bir sınav olacaktır. Ama en çok, CHP ve AKP liderleri için…

03 Temmuz, 2007

DP’den “demokratik parti” vaadi


Demokrat parti ses getirmese de, gerçekleştiğinde etkisi büyük olabilecek bir vaade seçim bildirgesinde yer verdi: Siyasi partilerin demokratikleştirilmesi. Bu bildirgenin benim için en önemli vaadini, “siyasi partilerin demokratikleştirilmesi” oluşturmaktadır. Sivil Anayasa kadar önemli olan bu vaat, Türkiye’deki “iki dudak demokrasisi”nin yarattığı tahribatın artık bildirgelere yansıyacak kadar kavranmaya başladığını göstermektedir.

Uzun zamandır anlatmaya çalıştığınız bir sorunu, bir partinin seçim bildirgesinde, ana hatlarıyla da olsa görmek, gerçekten heyecan verici.

Partilerin demokratikleştirilmesi, ülkenin gerçek bir demokrasiye kavuşmasının ön koşuludur. Bu vaadin çok önemli olduğunu, “Türkiye’nin önünü açabilecek” en önemli yasal ve yapısal değişikliklerden biri olduğu söylemek istiyorum. Siyasetten uzak duran “farklı” akılları, insanlarımızı siyasal sistemin içine kazandırmanın önündeki en önemli engel, parti-içi demokrasiyi yok eden “iki dudak demokrasisi”dir.

Türkiye’nin “vizyonu” 3-5 liderin ufkuna kilitlenmiştir. Milletin iradesini sakatlayan bu yapıyı aştığımız zaman, her düzeyde farklı ses, çözüm arayışları ve önerilerin partilerimizde yeşermesi, destek kazanması mümkün olabilecektir. Parti disiplininin çiğnenmesi, liderin karizmasının sarsılması, hizipçiliğin hortlaması, örgütçülerin partileri ele geçirmesi vb. endişelerle yıllarca, genel başkan ve yakın ekibinin emrine terk edilen partiler, yeniden “milletin-üyelerin” partisi olabilecektir.

Demokrat Parti “siyasi partilerin demokratikleştirilmesi” vaadinin gerekçelerini de ayrıntılı bir biçimde analiz ediyor: “Siyasal partilerin çoğu bir türlü, tabanın talep, yaklaşım ve isteklerinin üst yönetimlere yansıtılabildiği parti içi demokrasi mekanizmalarına kavuşturulamamıştır.Genelde bütün partilerin, tek finansman, tek örgütlenme, tek demokrasi anlayışını benimsedikleri Türkiye’de, parti programlarını ve tüzüklerini birbirlerinden ayırmak son derece güçtür. Birçok partide, bütün kararlar liderler tarafından alınmakta ve parti teşkilatları tarafından hiyerarşik yapıda alt kademelere dayatılmaktadır. Hiyerarşik yapılanmada, her aşamada katılım ve karar verme hakkı bir üst düzeye devredilmektedir. Hâlbuki demokratik katılımın katı bir hiyerarşik yapıda gerçekleşmesi mümkün değildir. Çağdaş demokratik sistemde esas olan, herkesin eşit koşullarda, karar alma mekanizmalarına doğrudan katılımıdır. Vatandaşla, birçok siyasetçi arasındaki iletişimin kopuşunun sebebi, halkın temsilcisi olması gereken siyasetçinin, yukarıda özetlediğimiz mevcut durumda, liderinin sözcüsü konumuna oturmasıdır. Üst yönetimdeki şeffaf olmayan yapı, doğrudan yerel düzeyde teşkilatlara yansımaktadır.”

Tabanı ve tavanıyla tam anlamıyla demokratikleşememiş siyasal partilerin, toplumsal
gerçeklerin farkında olmalarının mümkün olmadığı vurgulanan DP bildirgesinde, bu durumda da milletin sorunlarına akılcı çözüm önerileri geliştirmenin zorlaştığını belirtiliyor.

Mevcut ortamın, “popülizm”den başka bir şeye yer bırakmadığı gerçeğini DP kavramış görünüyor. Bu çerçevede de yapılan analiz ve öneri DP’den şöyle geliyor:
Ülkenin dağ gibi birikmiş temel sorunlarına çare bulmak yerine, cumhuriyetin temel değerleri, geleneksel değerlerimiz, bayrak, vatan, cumhuriyet gibi mukaddeslerimiz üzerinden milletimizi kutuplaştırmak suretiyle popülist oy avcılığı yapmak, Türkiye’deki siyasal partilerin çoğunun stratejik önceliği haline gelmiştir.

Öte yandan, demokratik katılım mekanizmalarına uzaklıkları itibariyle birbirinin aynısı olan birçok siyasal partinin, toplum nezdinde farklı olduklarını ispat için zıtlıkları ve gerginlikleri derinleştirme gibi bir yöntemde ısrarcı oldukları da aşikârdır. Bunun tabii sonucu, millete farklı çözüm önerileri sunmak yolunda yapıcı ve uzlaşmaya açık rekabet yerine, sorunları içinden çıkılmaz hale getiren çatışmacılığa ve münaferete sürüklenmeleridir.”

Ancak AKP ve CHP’ye, Siyasal Partiler Kanunu’nun yeni bir ruh ve anlayışla yazılmasıyla, siyasal hayatın demokratikleştirilmesine katkı sağlamaktan ısrarla uzak durdukları eleştirisini getiren DP, aynı eleştirinin kendi iktidarları dönemi için de geçerli olduğunu unutmuşa benziyor.

Bildirgesinde DP, AKP’nin Siyasal Partiler Kanunu’nda iktidarı döneminde yaptığı değişikliklerin, demokrasiyi genişletici değil, daraltıcı bir nitelik taşıdığını belirtirken, DYP iktidarları döneminde de aynı yolun izlendiğinin hatırlanmasında fayda vardır.

Bildirgelerinde siyasi partilerin demokratikleştirilmesine yer veren AKP ve DP’nin, başka bir ifadeyle, Türkiye’de demokrasinin çağdaş ölçülerde, demokratik kültürün kök salmasıyla mümkün olabileceğinin farkına varmış görünenlerin, seçimden sonra bu konuda atacağı adımlar, ciddi bir samimiyet sınavına yol açacaktır.

DP, barajı aşabilirse önerisindeki samimiyeti göreceğiz, ama AKP’nin bir baraj sorunu yok, hatta tek başına iktidarı yeniden zorladığı görülüyor. Bu konuda asıl sınavı AKP verecektir.

Milletin iradesini, liderlerin iki dudağı arasına teslim eden yasal yapıya son verilmesi, Türkiye’nin hemen her alanda önünü açacak, yeni yürek ve beyinlerin siyaset sahnesinde söz alması demek olacaktır. Gerçek “seçim” yarışı, ancak o zaman mümkün olacaktır.

26 Haziran, 2007

Herkes “koltuğun” şeklini alıyor!

Milletvekili listelerini hazırlayan Genel başkanlar, seçimlerin birinci turunu tamamladı. YSK’nın listelere son şeklini vermesinin ardından, 22 Temmuz’da seçimlerin ikinci turunu gerçekleştireceğiz. Lidervekili listelerini, millete tasdik ettirecek, liderler.

Yıllar önce aynı şüreçleri yaşayan ve yakınan, partide farklı ses ve çıkış yapan kişileri eleyen tüm genel başkanlar, bir dönem “parti-içi demokrasi”yi dillerinden düşürmeyen insanlardı. Ancak “lider” koltuğu, bazen en basit gerçeklerin bile görülememesine, ağızdan çıkanların unutulmasına yol açabiliyor.

Kimse oturduğu “koltuğa” şeklini veremiyor, herkes oturduğu “koltuğun” şeklini alıyor.

Öyle ki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın şu sözlerini hatırlatmak bile yeterli. Ak Parti yeni kurulmuş, tarih, Aralık 2001. Parti genel merkezinde gazetecilere verdiği iftar yemeğinde başbakan konuşuyor:

"İslam dünyasının önemli sorunlarından birisi demokrasi. Bu ülkelerde demokrasiye geçilmesi halinde sistemleri rahatlar. Oralardaki sistem kişilere dayalı; katılımcılık yok. Katılımcılık olmadığı için de halk huzursuz. Herkesin kaderi iki dudak arasında. Biz nasıl Türkiye'de lider sultasından yakınıyorsak, onlar da kralların ve prenslerin sultasından yakınıyor. Demokrasi artık İslam ülkelerine de gelmeli. Demokrasiye geçiş olursa, o ülkelerdeki halk da çok rahatlar. Türkiye 50 yıldır demokratikleşme alanında çaba sarf ediyor, ancak hâlâ eksiklikleri var. İslam ülkeleri de şu an bu sorunu yaşıyor. Krallar ve prenslerden çekiyor."(*)

Ne diyor, sayın Başbakan: “Herkesin kaderi iki dudak arasında.”

Ne diyor sayın Başbakan: “Biz nasıl Türkiye'de lider sultasından yakınıyorsak, onlar da kralların ve prenslerin sultasından yakınıyor.”

Geldik 2007 yılına, Türkiye’nin “seçilmiş krallarına” bu sözleri hatırlatan var mı?

Partilerin seçim bildirgelerini/beyannamelerini okuyorum. Ak Parti’nin beyannamesinde şu sözlere rastladım. Üstelik spot yapılmış. Yani büyük harflerle de yazılmış.

Siyasetin yeniden yapılandırılması bölümünde deniyor ki: “Siyasi iradenin kaynağı, özgür bir toplumsal yapı içinde özgür iradeleriyle karar veren bireylerden oluşan milletin kendisidir. Millet iradesinin özgürlük içinde açıklanabilmesini veya kullanılabilmesini engelleyecek hiçbir uygulama kabul edilemez.”

Ve bir spot ile devam ediyor: “Partilerin içyapılarının demokratikleşmesi ve üyelik hukukunun geliştirilmesine önem verecektir.” (**)

5 yıl boyunca önünde büyük zaman ve fırsat varken, siyasi partiler ve seçim yasalarında bu yönde en küçük bir değişiklik bile yapmayan bir “iktidarın”, bunları söyleyebilmesi, beyannamesine koyması neyle açıklanabilir?

Ak Parti’de farklı seslere sahip Ersönmez Yarbay, Turhan Çömez, Ertuğrul Yalçınbayır, gibi listelerde kendilerine yer bulamayan, “iki dudak demokrasisi”ni içerden yaşayan diğer milletvekilleri, beyannamenin bu bölümünü okuyunca neler hissettiler?

Ya da kendileriyle şu hesaplaşmayı hiç yaptılar mı acaba?

İki dudağa bir kez boyun eğenlerin, listelerde genel başkan insafıyla boy gösterenlerin, bir zamanlar kendini “ekipten” görenlerin, sonradan çıkaracağı sesin millet nazarında “itibarı” olur mu?

Ak Parti’nin beyannamesine bu eleştiriyi getirirken, diğerlerini dışarıda bırakmayalım. İki dudağın hükümranlığını kıracak, hiçbir öneri şu ana kadar açıklanan seçim beyannamelerinde yer almıyor.

Tüm partiler, millete kendi vekilini “seçme” hakkını çok görüyor.


(*) Radikal Gazetesi / 06.12.2001
(**) Ak Parti Seçim Beyannamesi 2007 s.21.22

22 Haziran, 2007

"Bıyık" kadınlara yaradı mı?















Kadınlara milletvekili aday listelerinde daha çok yer verildi. Bu sefer aday adaylığı listelerinde de çok kadın aday vardı. Seçilebilecek yerlere “konan” kadın sayısı, geçmiş yıllara göre daha fazla. Ve 40’ın üzerinde kadın milletvekilli, parlamentoya girecek görünüyor.

Çeşitli sebepler sayılıyor bunun için, kadınların “cumhuriyet mitinglerinde” aldıkları inisiyatif; Ka.der’in yoğun kampanyaları; kamuoyu yönlendiricisi niteliğindeki kadınların medyada daha çok boy göstermeleri; yıllardır kadına yönelik şiddete karşı verilen mücadeleler; kadın hareketinin artık bir noktaya ulaşması …

Soralım:

Şu anda ortaya çıkan durum, “kadınlar için” hedeflenen bir “görüntü” mü? Ka.der’in yürüttüğü kampanyanın hedefi bu muydu? Listelerde yer alan kadın milletvekili adaylarının acaba kaç tanesi Türkiye’de kadının, (kendisinin) temsil sorunları dışındaki sorunlarının da farkında? Acaba kaç tanesi “kadın bakış açısına” sahip? Acaba kaç tanesi, genel başkanların iki dudakları arasında yer buldukları listelerin ardından, iki dudağın insafı/anlayışı dışına çıkabilecek? Acaba “seçici iki dudaklar” kendileri gibi düşünen kadınları, “bıyık şart değil” diyerek, gerçekten “erkek egemen bakış açısının” kadın yüzlerini mi parlamentoya taşıdılar?

Soruları artırmak mümkün?

Seçim kampanyalarında “kadın” aday farklılığının altı çizilmedikçe, “kadın bakış açısının” bu kampanyalara, vaatlere, söyleme, programlara yansıma(ma) biçimini gördükçe, daha fazla soru sahibi olacağız. Ve yeni soru/sorunlarla da baş başa kalacağız.

Liderler, kadın hareketine yön veren ya da onun parçası olmuş kişilere sanki “özellikle” listelerde yer vermediler. Ka.der ne Ak Parti’de ne CHP’de ne DP’de MHP'de GP'de ne de başka bir partide adaylarını, destek verdiği kadınları, hatta başkanını listeye sokabildi. Tüm siyasi partilerde davetle gidenler, beklenti içine sokulanlar çok küçük istisnalar dışında, deyim yerindeyse “ortada bırakıldı”.

Ka.der’in kadınlar için yaptığı kampanya, kadınlara mı, yoksa bir erkekten farksız düşünen ve davranan “kadınlara” mı yaradı, hep birlikte parlamento oluştuğunda göreceğiz.

Şimdi geldiğimiz noktada sormak gerekiyor: “Kota”nın genel başkanların iki dudağı arasında işlediği zaman, bir anlam ifade etmediğini anlamak için, acaba kaç seçim daha geçirmemiz gerekecek?

Kadın ve siyaset, kadının siyasetteki temsil sorunu, “kadın politikalarının” oluşturulmasındaki belirleyici rolü üzerine yeniden düşünmekte fayda var; Feminizmi hala “erkek düşmanlığı” sana kadın/erkek "bilinçsizliğinin" ülkemizdeki boyutları üzerine düşünmekte de…

Bu seçimler bir eşiğin atlanmasına, hepimizin üstündeki "vesayetin" anlaşılmasına aracılık edecek gibi görünüyor. Artık eşik atlamak kadar, eşiğin ötesini de öngörmek, hedefler saptamak gerekiyor. Sanırım milletvekili listeleriyle birlikte bu, herkes için daha anlaşılır oldu. "İki dudak demokrasisi" erkek-kadın eşitliğinin sağlandığı nadir durumlardan biridir.

“İki dudak demokrasisi"nde kadınlar için kotanın da tüm topluma yönelik kampanyaların da, “mış gibi” sonuç verdiğini görmek için seçim sonuçlarını beklemeye yine gerek kalmadı. Sadece “tasdik” kısmı millete bırakılan, iki dudak demokrasimizin "iki turlu seçimlerinin” birinci turu genel başkanlar tarafından yapıldı. Artık kimlerin, hangi “erkeklerin”, hangi “kadınların”, genel başkanlar ve ekiplerinin “vekili” seçilebileceğini hepimiz biliyoruz.

Başımıza ne geleceğini ya da gelmeyeceğini de...

Onpunto / 05.06.2007

Parlamento "her şeyi" bilir

Parlamento “her şeyi” bilir, bilir ama, eğer genel başkanların iki dudaklarının arasından seçilmemiş, gerçekten milletin vekillerinden oluşuyorsa;

Parlamento “her şeyi” bilir, bilir ama, yasama yürütme yargı arasındaki denge tam anlamıyla kurulmuş, yasama yürütmenin hegemonyasından kurtarılır, TBMM, iç tüzüğünü milletvekillerinin denetleme işlevinin önündeki en önemli engellerden biri olmaktan çıkarabilirse;

Parlamento “her şeyi” bilir, bilir ama o ülkede gerçekten bir “temsili demokrasi” varsa, o ülkenin insanları “temsili demokrasinin” ilkelerine saygı göstermeyi içlerine sindirebiliyor, mahkemelerin iradelerini, kendi görüşlerini destekleyen mitinglerde yükselen talepleri, tüm toplumun talepleriymiş gibi sunup, oy sandıklarının üstünde görmemeyi başarabiliyorsa;

Parlamento “her şeyi” bilir, bilir ama, o ülkenin medyası, “aydınları” kendi korkularının ilacının yine milletin iradesi olduğu gerçeğiyle yüzleşebiliyor, ilk kez askerlerin iradesi dışında gerçekleşen önemli Anayasa değişikliklerine itirazını “meşruiyet” tartışmaları dışında yapabiliyorsa;

Parlamento “her şeyi” bilir, bilir ama, yüzde 10 barajıyla , bırakın barajı, “duvarını” icat edenlerle 25 yıldır mücadele etmeyenlerin, halkın serbest oyuyla seçilmiş bir parlamentoyu görev süresinin sonundayken ”meşru” görmemek hakkını nereden bulduğunu kendine sorabiliyorsa;

Parlamento “her şeyi” bilir, bilir ama, sadece “kendine” demokrasi isteyenlere, her şeyi “demokrasi” ile çözebileceklerine “gerçekten” inanıyorlarsa, oyunun kurallarını oyun oynarken değiştiremeyecekleri hatırlatılabiliyorsa;

Parlamento “her şeyi” bilir, bilir ama, “Köprüyü geçene kadar, bu topluma ayıya dayı demeyi öğretenlerin”, hayatın köprülerden oluştuğunu gördüklerinde, yaptıkları yanlışın bedelini bırakın ödemeyi, bunu da yine topluma, demokrasimize ödetmeye çalıştıkları görülebiliyorsa;

Parlamento “her şeyi” bilir, bilir ama, sivil toplumun “Meclisin iradesinin” üstünde değil, onun çok önemli bir tamamlayıcısı olduğu, “Meclisimizin özgür iradesini” iktidarı, muhalefetiyle, hatta “nefret ettiğimiz siyasal akımlara” rağmen korumanın, demokrasinin “olmazsa olmazı” olduğu anlaşılabiliyorsa;

Parlamento “her şeyi” bilir, bilir ama, üzerinde kurulmaya çalışılan hukuksal, askeri vesayet arayışlarının asıl “bataklık” olduğunu gören, bu bataklığı bilgi, emek ve cesaretiyle “hükümsüz” kılacak, “yurttaşların” iradesine sahip olabiliyorsa;

Ancak bunlar gerçekleşebiliyorsa, parlamento “her şeyi” bilir.

İşte burada saydıklarım ve uzatmamak için sayamadıklarımla, tek bir şeye inanıyorum: Halk, iradesini sadece sandıkta verir, sandıkta geri alır. Bir parlamentonun Anayasal meşruiyetin tek kaynağı budur.

Çok uzakta değil, 22 Temmuz’da hep birlikte, parlamentonun/halkın “her şeyi” bildiğini göreceğiz.

Onpunto / 11.05.2007

Önümüzde “seçim” değil, “tasdik” var!

22 Temmuz “seçim” tarihi değil! Bu tarih “iki dudak demokrasisi”nin bir kez daha tescil edileceği tarih olacaktır. 22 Temmuz 2007 tarihi, milyonlarca seçmenin yerine, genel başkanların ve ekiplerinin “seçtikleri” milletin vekillerin, halk tarafından “tasdik”lendiği tarih olacaktır. Yani, “demokrasicilik” oyunumuzun son perdesi.

Ön seçim yapmayan (ya da ön seçimi de kendi kontrollerindeki delegelere yaptıran) tüm siyasi partilerin lider ve ekibi tarafından “seçilmiş” milletvekilleri, milletin değil “genel başkanların” iki dudaklarının vekili olacaktır.

Siyasi partiler ve seçim yasasını, “yine” değiştirmeden, demokratikleştirmeden gidilen bu seçimde de, bir “seçilmiş” kral, diğer “seçilmiş” kralla yer değiştirecektir. Demokrasimiz, temelde halktan kopukluğunu sürdürecektir.

Halk kendi kaderini, “gerçekten” temsilcileri aracılığıyla, parlamentoda belirlemek istiyorsa, “iradesine” vesayet koyan yasaları değiştirmeden gidilen bu seçimden de bir “sonuç” çıkmayacağını anlamak zorundadır.

“Ne kadar akıllı olursanız olun. Ne kadar ufkunuz geniş, birikiminiz, yetenekleriniz, eğitiminiz, deneyiminiz, bu ülkeye, yurttaşlarına adanmış olursa olsun. Partinizin programını , hedeflerini ne kadar güçlü temsil ederseniz edin. Farketmez. Lider ve ekibine boyun eğmezseniz, ne milletvekili olabilirsiniz ne de partinizi temsil edebilirsiniz.”

Genel başkanlar ve ekiplerinin “onayı” dışında, toplum aslında “siyasetten yasaklıdır”. İki dudaktan bağımsız, siyaset yapmak, milletvekili olmak, “bağımsız” adaylık dışında olanaksızdır.

“1950’den beri Türk Milleti, “tasdik” dayatmasına karşı bir alternatif oluşturamamıştır. Milletin oyuyla gelmek, emaneti devralmak, milletin kararıyla oluşan yüce irade gibi, her seçim söz konusu olduğunda edilen süslü sözler, asıl “irade”nin sahibinin hep üstünü örtmüştür.”

Değişiklik umudumu daima dile getiriyorum. Ama bu seçimde de, adaylık süreçlerinde yaşayacaklarımızla “demokrasimizin” üzerine ne kadar büyük bir gölge düştüğünü göreceğiz.

Yüzde 10 oy barajının/duvarının yaratacağı “temsilde adaletsizlik” dışında, yine aynı filmi, bıkmadan usanmadan, hiç ders almamış gibi, bir kez daha seyredeceğiz.

Milletimizin, kendisine ait egemenliği kullanan liderlerin ve ekiplerinin insafına kaldığını bir kez daha göreceğiz.

Milletin iradesinin, siyaset yapanların haklarının, yargının, hukukun teminatında olmadığını, “iki dudağın” insafına kaldığını, bir kez daha göreceğiz.

Milletin vekilleri olmak için çabalayanların, milletin “rızası” ve oyundan önce “iki dudağın” icazetini aradığını, bir kez daha göreceğiz.

Türk siyasetinde ehliyet ve liyakatten önce, itaat ve sadakatin egemenlik kurduğunu, bir kez daha anlayacağız.

Neredeyse hiçbir siyasal partinin, bu konuda birbirinden farkı olmadığını göreceğiz: Bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha…

22 Temmuz’da, bütün bunları son kez mi göreceğiz?

Hiç sanmıyorum…

Onpunto / 03.05.2007

Sıfır Kilometre Demokrasi

Hani küçük ilanlar vardır, otomobil ilanları: Doktordan, bayandan otomobil. Az kullandıkları, iyi baktıkları, hırpalanmamış olduğu düşünülür. Bizim “demokrasimiz” ise “askerden ve sivilden” çok kullanılmış, hırpalanmış, kimsenin sahip çıkmadığı, horladığı bir demokrasi.

Ve bir gece yarısı yeniden, “sıfırlanmış” bir demokrasimiz oldu. 10 yıllık darbe periyodu, post modern muhtıralarla daha da aşağıya çekildi. 2007’de, demokrasimizin ne kadar “kendine” demokrasi olduğunu, sivil-asker ne kadar çok, “ sevmeyeni” olduğunu fark ettik: Demokrasimizi “sıfırladık.”

Yine bu ülkeyi “en çok seven”, bütün tehlikeleri “hepimizden önce” sezen, bilen, kendinden başkasına güvenmeyen, ama en acısı bu topluma, bilinçli-bilinçsiz alanları dolduran yüzbinlere güvenmeyen, ilk kez bu kadar güçlü “ben buradayım” diyen toplumuna güvenmeyenlerle, demokrasimizi yine “sıfırladık”.

Toplum bir yana, devletin en üst yargı organına “Anayasa Mahkemesi” üyelerine bile güvenmeyen, asker-sivil bürokrasi, bunca deneyim, bunca dersten sonra, demokrasimizi 2007’de, yine “sıfırlamaktan” çekinmedi. Mahkemenin kararı üzerinde “tahakküm” kurulmaya çalışıldı.

1980 askeri darbesinden sonra, siyaset/toplum mühendislerinin dizayn ettiği siyasi partiler ve seçim yasalarıyla, demokrasiden korkan “demokratlarla”, “entelektüellerle” bugün geldiğimiz noktaya geldik.

Her şeyi “bilenler” ve “öngörenlerin”, ülkeyi “bölücülerden/gericilerden” kurtarma niyetiyle dizayn ettikleri yasaların, toplum mühendisliğinin, siyaseti genel başkanların iki dudakları arasına ve askerlerin vesayetine nasıl teslim ettiğini, bir türlü anlatamadık. Ya da demokrasiden “anladıklarının”, sadece bu kadar olduğunu gösteremedik. Geldiğimiz nokta, demokrasimizin “sıfırlanmasıdır”.

“Her durumdan” vazife çıkaran genç-yaşlı subaylar, “piyasalar” kadar toplumun her kesiminin taleplerini de dinlemeyi akıl edemeyen bir “iktidar”, “kutuplaşma” yaratmak dışında, “alternatif” politikalar üretemeyen bir muhalefetle bir yere gitmek mümkün değil.

İşte toplum, bu gidilemeyen yerden bağırıyor, duyanlara: “Ne şeriat, ne darbe, tam demokratik Türkiye"

Kendi toplumuna güvenmeyen asker, siyasetçi ve entelektüeller, aslında “kendilerine” de güvenemediklerini anlamaları gerekiyor. “Ne darbe, Ne şeriat” diyen yüzbinlerin seslerini bütün siyasetini “kutuplaşma” ve “uzlaşmama” üzerine kuranlar duyabildikleri zaman, demokrasimizi “sıfırlamak” isteyenler, “sivil-asker” asla bu gücü bulamayacaklar.

Kriz, gerilim ve kırılma noktaları büyük tehditler kadar, görmek isteyenlere sarsıcı fırsatlar da barındırır. Al bayrağımızın altında yüzbinleri birleştiren, “ben de buradayım” dedirten, bu “tıkanıklık”, asker-sivil tüm demokrasi düşmanlarına da, medyaya da, hepimize de geleceğimizle ilgili olumlu mesajlar taşıyabilir: Ülkemizi iki ayrı kampa bölmek isteyenlere de…

Belki de toplum, demokrasinin temel dayanağı, “halk iradesiyle”, askerlerin-sivillerin iki dudağından sıyrılmış bir “seçimle” yeniden kendi iradesine sahip çıkabilecektir.

Belki de tüm yaşadıklarımız, cumhuriyet ve demokrasinin birbirinden kimse tarafından ayrılmayacağı ve toplumun ülkesine-birliğine-laikliğe bağlılığını gösterebildiği, “sıfır kilometre”, pırıl pırıl bir demokrasinin de habercisidir.

Belki bir rüya görüyorum, belki de bir "umudu" dile getiriyorum.

Onpunto / 30.04.2007

“İki dudak demokrasisi”

Göremiyorsunuz değil mi? Demokrasimizin “iki dudak demokrasisi” olduğunu, gerçekten göremiyor musunuz?

Olmuyor!

Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde, "taraf olmak-kutuplaşma", “tahminler”, iddiaları tutturmak, “ben demiştim, bildim bak” demek, değişik siyasal analizlerin içinde kaybolmak, daha açıklayıcı, daha “zevkli” görünüyor.

Türban, “laiklik elden gidiyor” tartışmaları, “Cumhuriyetin değerleri tehlikede, düşün peşime, mitinge gidelim” söylemi, bir sürü kavramsal tartışma yapmak, bunların başka açılardan bir faydası var belki. Mutlaka da var.

Ama olmuyor, görülemiyor, “iki dudak demokrasisi”!

Halbuki her şey ayan beyan açık, ortada. Temel sorunumuz, her şeyin sorumlusu. Yıllardır yazıyorum, "aynı şeyleri" söylüyorum.

Ben de “ben demiştim” de diyorum. Ama bir yandan da dövünüyorum. Sanki ne yapsak boş, bakılamıyor bir türlü bu pencereden. Anlıyorum aslında, herkes kendi “paradigması / bakış açısıyla” evli.

Ama dayanamıyorum, haykırıyorum:“Buradan bakın, bir defa da buradan, hep birlikte kendimizi nasıl kandırdığımızı, oynadığımız demokrasi 'oyununu' görün” diyorum.

Olmuyor!

Bir umut, daha iki gün önce yine yazdım, 23 Nisan vesilesiyle: “Bir duvar yazısı: Ulusal Egemenlik”. Kadın milletvekili adayları için yapılan, KA.DER kampanyası söz konusu olduğu zaman, yine yazmıştım.

Yazılar, şu anda yaşadıklarımızın “temel” nedenini anlatıyordu, “İki dudak demokrasisi”ni.

Teşhis, bu kadar basit biliyor musunuz? Tedavi de o kadar basit: “siyasi partiler ve seçim yasalarını demokratikleştirmek”.

Tedavi basit, Anayasa değişikliği falan da gerekmiyor, ama imkansız: “Siyasi partiler yasasının yapılacak değişikliklerle, liderlerin milletvekili listelerinin tümünü ekipleriyle birlikte oluşturmalarının önüne geçmek, ön seçimi millete/partililere yaptırmak, zorunlu hale getirmek.”

Neden imkansız?: Tüm milletvekillerini, belediye başkanlarını, belediye meclis üyelerini seçme hakkını elinde tutan liderler ve ekipleri, böyle bir yasal düzenlemeyi yapmak istemeyecekleri için. Kamuoyu bununla neredeyse hiç ilgilenmediği için.

Ne kadar akıllı olursanız olun. Ne kadar ufkunuz geniş, birikiminiz, yetenekleriniz, eğitiminiz, deneyiminiz, bu ülkeye, yurttaşlarına adanmış olursa olsun. Partinizin programını , hedeflerini ne kadar güçlü temsil ederseniz edin. Farketmez. Lider ve ekibine boyun eğmezseniz, bir hiçsiniz.

Siyasal sistemimiz, milletin iradesi (bizlerin/hepimizin) 3-5 genel başkanın ve “ekiplerinin” elinde. Her şey onlara göre, onların iradesiyle biçimleniyor.

Ve o nedenle, bir başbakan, bir “cumhurbaşkanını” seçiyor. “Ekip” aralarında tartışıyor, uzlaşıyor, seçiyor. TBMM, “bizim” vekillerimiz sadece onaylıyor. Neden? Çünkü vekillerimizi de biz seçmedik, sadece onayladık.

Ve o nedenle, bir ana muhalefet ya da muhalefet lideri, “cumhurbaşkanının” kim olmayacağı/olacağı stratejisini sadece “kendi” ve “ekibi” belirliyor. Diğer vekilleri onaylıyor. Neden? Çünkü muhalefetteki vekillerimizi de biz seçmedik, sadece onayladık.

Türkiye, iktidarı ve muhalefetiyle, siyasi partiler ve seçim yasasının, “demokrasimizin” zaaflarından yararlanarak, birer “seçilmiş” kral gücüyle kuruldukları partilerinin başında, istedikleri gibi ülkeyi “yönetiyorlar.”

Biz ne yapıyoruz?: Liderlerin iki dudaklarının arasından çıkanları kabulleniyoruz. Onların insafına, vizyonuna mahkumuz. Hiçbir şey değişmeyecek, yüz binler miting alanlarında toplansalar da, iradelerini iktidar veya muhalefet, “liderlerin” elinden kurtarmadıkça…

Bu başarılmadıkça, “iki dudak demokrasisi”nde, ne sözünüzün ne oyunuzun ne de kimsenin bir hükmü var!

Onpunto / 24.04.2007

Bir duvar yazısı: Ulusal egemenlik*


Uzun bir yazıya hazır olun!

Gelecek hafta, bir 23 Nisan’ı daha kutlayacağız. Sevinecek küçükler, yine anlaşılmaz bir biçimde övünecek büyükler. Nutuklar atacaklar, milli iradenin üstünlüğü üzerine. 23 Nisan, bu nutuklarla kutlu olacak mı? Hayır, yine olmayacak. Böyle giderse hiçbir zaman da olmayacak.

Egemenlik, uzun yıllardır milleti basit bir “tasdikçi” konumuna indirgeyen, siyasi partiler ve seçim yasaları yüzünden hiçbir zaman kayıtsız ve şartsız milletin olamadı. Parti liderleri ve ekiplerinin elinde biçimlendi, önümüze sürülen aday listelerinin neredeyse tümü: Milletvekilleri, belediye başkanları, delegeler, il-ilçe başkanlıklarında siyaset yapanlar…

Hatırlar mısınız:
Başbakanımız geçen yıl ki 23 Nisan sonrasında Meclis’te, grup salonunda, yaptığı konuşmada “Egemenlik kayıtsız şartsız milletin olacak, duvarda değil milletin kendisinde olacaktır. (Milletvekilleri ayağa kalkarak alkışladı) … Bugün hukuka demokrasiye gölge düşürmeye yeltenenler, egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğu gerçeğini içine sindiremeyenlerdir” demişti.

Umutlanmış mıydık peki? Başbakan, egemenliğin millette olmadığını biliyor, diye. Hatta “egemenliğin” bir duvar yazısı olduğunu söylediği için. Egemenliği kendinde vehmeden bürokratik yapıları veya bazı kurumları eleştirdiği için. Elbette, hayır!

Çünkü uzun yıllardır “egemenlik”, tüm siyasi partilerin genel başkanları ve “ekiplerinin” elinde: Meclis’te veya Meclis dışında hiç fark etmiyor.

Asıl “egemenlik”, liderlerin ve onların iki dudağının arasında: Demokrasimizin üzerindeki asıl gölgeyi, siyasi partiler ve seçim yasalarını harfiyen koruyan, bu yasaların yarattığı vesayet rejimini içlerine sindiren, millete, vekillerini seçimden önce de “seçme”, aday olup yarışma hakkını çok gören, kendi hazırladıkları listeleri onaylatan liderlerin.

23 Nisan, hepimiz için, en anlamlı bayram. Neden?

Egemenliğin kayıtsız ve şartsız milletin olduğunu ilan ettik, 23 Nisan 1920’de. Osmanlı’daki teokratik devlet anlayışına kaynaklık eden “ilahi iradenin” yerini “ulusal irade” aldı. TBMM’sini kurduk, milletin kurucu iradesini, cumhuriyetimizin, demokrasimizin tam merkezine yerleştirme şansı yakaladık.

Şansı yakaladık, ama sonra, uzun yıllar bir daha bu şansla buluşamadık. Milletin iradesini kullanma biçimi olan siyaseti, siyasi partilerin genel başkanları ve ekiplerinin iradesine terk ettik. İcazeti kabul etmeyen, liderlere boyun eğmeyen yurttaşlarımızı, neredeyse tüm toplumu siyasetten yasaklı hale getirdik.

Böyle giderse, milli irade, hiçbir zaman tecelli edemeyecektir. Ulusal egemenlik, kayıtsız ve şartsız “iki dudağın” arasına sıkışmaya devam edecektir. “İki dudak demokrasisi”nin gölgesine Avrupa Birliği de rahatsız olmadan sığınmakta, zorladığı reformlarla bu gölgeden yararlanmanın ötesine geçmemektedir.

“Bu düzen değişmelidir!” diye yola çıkan liderlerin bile, yıllarca iki dudakları arasına sıkıştırdıkları “siyaset”, Türkiye’de milletten kopuk oynanan bir oyuna dönüştü. 1950’de sandıktaki oyunu kurtarmayı başaran millet, neredeyse 60 yıldır, genel başkanlar ve ekipler oligarşisine kaptırdığı, özgür iradesiyle siyaset yapma ve seçme hakkını kurtarmayı başaramadı.
Sandıkta kapalı oy, açık sayım özgürlüğü, bir adım öteye taşınamadı. Kimi genel başkanlar ve dar arkadaş gruplarının hazırladıkları listeleri onaylamanın ötesine geçemedi. Türkiye’de parti-içi demokrasi, demokrasiden korkan “demokratlar” sayesinde, bir siyasi parti içinde olmayan yegane şey oldu.

1950’den beri Türk Milleti, “tasdik” dayatmasına karşı bir alternatif oluşturamamıştır. Milletin oyuyla gelmek, emaneti devralmak, milletin kararıyla oluşan yüce irade gibi, her seçim söz konusu olduğunda edilen süslü sözler, asıl “irade”nin sahibinin hep üstünü örtmüştür. Bazı istisnalar dışında, neredeyse tüm seçimlerde, kendi milletvekillerimizi, belediye başkanlarımızı seçmiyor, belli ilişkiler ağı içinde adeta atanan adayları, sadece onaylıyoruz.

Sonra, her 23 Nisan’da neşe doluyoruz!

Ulusal egemenlik, Türkiye’de her yıl bayramı kutlanan bir rüyadır. Genel başkanların insafına terkedilmiştir. Evet, artık bir “duvar yazısı”dır. Yıllardır milli iradenin “tecelligahında” yer alan, Atatürk’ün “Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir” vecizesinin, “sağına”, “soluna”, hatta üstüne görünmez mürekkeple şu notlar düşülmüştür: İstikrar, uyum, parti disiplini, grup kararı, atama, ortak liste, delege ağalığı, ihraç, parti tüzüğü oyunları, görevden alma, merkez yoklaması …
Biliyorum, umutsuz olmanın kimseye faydası yok.

Hem Başbakanımız geçen yıl ki grup konuşmasında dememiş miydi: “…bugün üstü örtülmeye çalışılan kimi gerçekler, millet tarafından hep bir ağızdan söylenecek. O geleceğin milli egemenlik haftalarında bu ülkede milletin sesinden başka ses yankılanmayacak…”

Başbakan böyle demişti.

Demek bir gün, millet, kendisine ait egemenliği kullanan liderlerin ve ekiplerinin insafına kalmayacak. Siyasi partiler ve seçim yasası tam anlamıyla demokratikleştirilecek. Milletin iradesi, siyaset yapanların hakları, yargının, hukukun teminatında olacak. Milletin vekilleri, “iki dudağın” icazetini değil, milletin oyunu arayacak. Siyasette ehliyet ve liyakat, itaat ve sadakatten önde yer alacak.

Ülkemiz "İki dudak demokrasisi" değil, gerçek bir “demokrasi” olacak. Bir gün, “çocuklarımız” için…

Bir gün…

Olsun, “bir gün” diyebilmek, güzel şey!

* Her yıl aynı yazıyı yazmak zorunda kalmak, insanı umutsuzluğa sürüklüyor.
Onpunto / 21.04.2007

Bedavaya “Demokrasi” Yok!

Demokrasi tartışması tüm verimliliği ile sürüyor. Herkes eteğindeki taşları, “dalları” döküyor. Ağaç metaforu, uygun bir “zemin” sağlıyor aslında tartışma için. Sayın Kemal Öncü’nün ilerlediği yoldan devam edelim.

Demokrasi, somuttan soyut düşünceye geçen toplumlarda yaşamaz ve var olmaz sadece. Zaten böyle bir ön koşulu da yoktur.

Ama kendini somuttan soyuta geçerek “aydın” görenler için bazı temel koşulları vardır. Örneğin somuttan soyuta düşünme yeteneği olanlar, somutla soyutu karıştırmamalı, “paradigmalarının” dışında bir anlayış olabileceğini ön görebilmelidir. Aynı zamanda “soyutlamayı” demokrasi için ön koşul görenlerin, kimi grup ve düşünceleri toplumdan “soyutlamamaları” beklenir.

“Bir demokraside siviller ve sivil kurumlar/anayasal kurumlar demokrasiye sahip çıkmazsa askeri darbe için uygun bir ortam oluşur” dediğinizde “demokrasi düşmanı/ darbe yanlısı/darbe şakşakçısı” suçlamaları yağmur gibi yağar." diyorsunuz.

Hayır yağmaz! Yağıyorsa başka bir şeylere de bakmak gerekir. Kimi “siviller” ve “sivil kurumlar/anayasal kurumlar”, halk tarafından seçilmişlere, seçim sistemi ve hukuk sistemi açısından “meşru” kişilere “haddini” bildirmek için konuşuyorlarsa, onlara demokrasi sadece “haddini bildirme” değil “haddini de bilme” rejimidir, hatırlatması yapılabilir.

Tüsiad’a söz hakkı verenlerin, rektörlerden söz hakkını esirgemesi elbette söz konusu bile olamaz. Sivil toplum yürüyecek, konuşacak, eleştirecek. Ama kendisinin araması gereken çözümü, sırtını askere dayayan demeç ve önerilerle arama kolaycılığına girmeyecek.

Bekir Coşkun’un yazısına gelince, sadece bu yazısı değil, bir okuru olarak uzun zamandan beri yazdıklarını üzülerek okuyorum. Hatta daha önceki bir yazımda kendisi gibi düşünenlere özellikle atıfta bulundum. Dedim ki: “Her daim, dilinden demokrasiyi düşürmeyen, halkı “tercihlerini” ve "seçimlerini" sürekli küçümseyen, tehlikeye düştüğünü iddia ettikleri “cumhuriyeti” ordunun çıkaracağını umdukları “ses”le kurtarma telaşında olanları kastetmiyorum sadece. Onların çoğu da “nerden çıkarıyorsunuz, ben darbelere karşıyım, darbeler ülkemizi hep geri götürdü, diyorum ya!” stepnesini yanlarında taşımayı tercih ediyorlar. O da olmazsa “halk beni anlamadı, zaten anlayamaz” oluyor, bahanemiz.”

Ben Coşkun’un “samimi okurlarım bile niye beni böyle anladı, gülüm” sorusunun yanıtını “zaten beni isteseler de anlayamazlar, çünkü saflar” da aramak yerine “acaba ben ne anlatıyorum, ne yazıyorum uzun zamandır. Yazdıklarım “demokrasi”yle bağdaşıyor mu gülüm?” sorusunda aramasını tercih ederdim. Ama biliyorum ki bu da çok zor.

Bu ortamda “sadece” laik cumhuriyetin çocuklarından “ses” istemek, “demokratik cumhuriyet” olmak için daha emekleyen bir bebeğin, (ülkemizin) 4. kez (28 Şubat postmoderndi!) öldürülmesinden başka bir şeye yaramaz.

Ve gelelim “felsefe” turuna. Rahatlıkla “totoloji” olarak nitelenecek, görüşler, “analizler”.

Türkiye’de “demokrasi” vardır. Ama bu “demokrasinin” pek çok kusuru, eksiği de vardır. Değindiğiniz kusurların büyük bir kısmı, malumun ilamı niteliğinde. Ve elbette değişmesi arzu edilecek kusurlar.

Benim için en önemli kusur ise demokrasimizin askerlerin vesayeti kadar büyük bir problemi olan, “iki dudak demokrasisi”dir. (ltf. bu konudaki yazıma da bkz.)

Bu kusurlar var diye, “ askeri darbe” meşru olamaz. İki dudak demokrasisi de parlamentodaki “temsil” sorunları da, Anayasa, seçim sistemi ve siyasi partiler yasalarında yapılacak değişikliklerle halledilebilir. 24 yıldır çözülmeyen sorunların faturasını mevcut “iktidara” çıkaramazsınız.

Sorunları, beğenmediğimiz partiler “iktidar” olduğu, onların genel başkanlarının “cumhurbaşkanı” olma olasılığı belirdiği zaman, birden “milli iradenin” olmadığını hatırlayarak çözemezsiniz.

Çözmeye çalışırsanız, işte o zaman demokrasi ağacının ne dalı, ne yaprağı kalır. Bu çözüm, ağacın köküne baltanın inmesi anlamına gelir. Ve bu ağaç, her zaman olduğu gibi hepimizin üstüne devrilir.

İnsanımızın iradesini özgürleştirmek, darbecilerin değil, bizim elimizde. Elverişli koşulları, sağ-sol, türbanlı-türbansız, Alevi Sünni Kürt birlikte yaratacağız. Ama önce “demokrasi”nin yanında durarak: Gerekirse, laikliğe, özgürlüklere, adalete halel getirmeye, şeriatı egemen kılmaya çalışan iktidarlara, gerekirse iktidar heveslerini bize çözüm diye yutturmaya çalışan darbecilere karşı durarak. Emek vermeden, mücadele etmeden, direnmeden, bedavaya “demokrasi” yok!

Mücadeleyi, çözümü, beğenmediğiniz halkın “profiliyle” sağlayacağız. Askerleri rahat bırakıp, asli işleriyle uğraşmalarını sağladığımız zaman sorunlarımızı daha rahat çözebileceğiz. Kimi “sivil paşa” olma niyetlilerinin, korku bezirganlığıyla değil. Çözüm, “demokrasi”de, çünkü başka “halk”, başka “Türkiye” yok.

Bunu kavrayabildiğimiz zaman, aynen dediğiniz gibi, demokrasimiz için torunlarımız, bir umut çocuklarımız “kostaklanacaklar”.

Sayın Kemal Öncü'nün "Demokrasinin yürürlük tarihi" adlı yazısı için: http://onpunto.com/ShowBlog.aspx?Web=gaffarabla&CId=44859

Not 1: Tartışma adabıyla ilgili görüşlerim “Kimse kimseyi duymuyor ve “Türkiye’de bir konuyu tartışamamak” adlı yazılarımda mevcut. Bu konuda çok bir şey yazıp tartışmanın eksenini kaydırmayacağım. Yani benim için “onu öyle demezler….” düzeyine inilmemesi yeterli.

Not 2: Tekrara düşmemek için iki yazımdaki görüşlerimi burada tekrarlamadım. Uzunluklarına aldırmadan o yazılara da tekrar göz atarsanız sevinirim: “kendine demokrasi” ve “demokrasiden korkan demokratlar”…

Onpunto / 12.04.2007

“Kendine demokrasi”, demokrasi değildir

Cumhurbaşkanlığı seçimi yarışında son düzlüğe yaklaşıyoruz. Ve toplumda, Onpunto’da “demokrasi” tartışmaları arttı. 14 Nisan Mitingi de bu tartışmaların büyümesine katkı sağlıyor.

Ve bu konudaki sorun ve sorular “Demokrasi araç mıdır, amaç mıdır?” biçimine kolaylıkla dönüşebiliyor.

Soru, demokrasiyle ilgili sıklıkla böyle ortaya konuyor. Ama soru yanlış! Demokrasi, ne araçtır ne de amaç. Demokrasi, hepimizin ayaklarını bastığı zemindir. Çok fark etmeden, hep birlikte durabildiğimiz hayat alanımızdır. Eskiden, her 10 yılda bir, “siz bu ‘alan’da birlikte duramıyorsunuz, ben size duracağınız yeri göstereyim” diyenler, zemini ayağımızın altından kaydırırlardı.

Bu durumda, sadece demokrasinin hayatı değil, hepimizin hayatı kayardı. Önce anlaşılmazdı, ne kaydı: Ta ki gelirlerindeki azalma, sendikal haklardaki daralma, gelir dağılımındaki bozulma, sağlık, eğitim koşullarında gerileme vs. fark edilene kadar…

Demokrasiyi araç zannedenler, kaybettiklerini “niye kaybettik” diye sorgulamak yerine, “geçiş dönemi”ne odaklanır, demokrasiyi “amaç” edinirlerdi. Hangi demokrasiyi? Elbette, “kendine” demokrasiyi.

“Kendine demokrasi”, bu ülkedeki insanların, maalesef, büyük çoğunluğunun özlemidir. Hem araç, hem amaçtır, onlar için demokrasi. Amaçtır, “faşist” demokrasi, teokratik “demokrasi”, otoriter “demokrasi”, komünist “demokrasi”, laikçi “demokrasi” vb. neyse bunlar, ister dururlar. O nedenle de istedikleri demokrasiye geçmek için “demokrasi” araç, aynı zamanda istedikleri “demokrasi” de amaçtır.

Demokrasi, çok talihsiz bir rejimdir. Temellerini, özgürlükleri, eşitliği, laikliği ve hukuku(adaleti) koruyarak, bu amaç ve araç saplantısı içinde herkese ortak zemin olma gayretini sergiler. Ama büyük çoğunluk, ne yaparsanız yapın “kendine” demokrasi ister.

Demokrasi, insanoğlunun Antik Yunan’dan beri denediği, ama hala en zorlandığı yönetim biçimidir: Tahammülsüzlüğü adet haline getirenlere tahammül gösterir. Bir yandan “tahammülü”/”hoşgörüyü” birlikte, ama farklı düşünerek yaşayabilme iradesini gösterir, diğer yandan kendi temellerini kemirenlerin “fikirlerine”, hayat hakkı tanımaya çalışır. Bilir ki “en uç” fikirler, akımlar, yönelimler bile kendini zenginleştirebilir, geliştirebilir.

Demokrasi, siyah-beyaz arasında gidip gelenlere, “gri” seçeneğini sunanlara, “belki başka renkler de vardır”, deme şansıdır. Demokrasi, “belki” diyebileceğiniz bir yönetim sistemidir. Hatta, uğraşılırsa kendi renginizi “seçebileceğiniz” haklar manzumesi sunar: Fikrinize, eyleminize, yöneliminize, ifade yeteneğinize “şiddeti/nefreti” bulaştırmadığınız sürece…

“Kanlı mı olacak, kansız mı” deme şansı sağlar, ama diyenlere, bunun “ödettirilmesi” şansını da. Demokrasinin kendini koruma reflekslerindeki “şiddet”, elbette uygulayıcılarının “ufku”, hukuk düzeninin adil olmasıyla ilgilidir.

Ancak “kendine” demokrasi, “Amerika’yı tekrar keşfetme” derdinden muzdariptir ülkemizde. Yüzyıllardan gelen birikimi, bilgiyi ve en çok da “halkı” yok sayar, arsızca. Utanarak izlersiniz, “korku bezirganlığını”, bazen bir profesörün dilinde, bazen bir siyasi partinin genel başkanının demecinde, bazen bir köşe yazısında…

Uzatmayalım, ülkemizde Cumhurbaşkanlığı seçimine giderken elbette “demokrat” olmak, “korkunun” egemen kılınmaya çalışıldığı bir süreçte zordur, bunu tartışmak daha da zordur. Fakat, imkansız değil.

Demokrasiyi, halkın “hayat alanını” korumak, cesaret ister, emek ister, umut ister, direnç ister, “bilinçli yurttaş” ister, ister de ister… Kimsenin kimseye zırnık koklatmadığı bu devirde, üstelik.

onpunto / 10.04.2007

12 Haziran, 2007

Demokrasiden korkan demokratlar

Demokrasiden korkan demokratlar, her kritik eşikte ülkenin önüne duvar örenlere koşa koşa tuğla taşırlar. Her demokrasi sınavında bu nedenle de çakarlar. Ve darbeciler de sonra onlara bir daha çakarlar. Çok uzakta değil, emekli darbeci Devlet Başkanımız Kenan Evren’in hala kitapçı raflarında bile ulaşılabilir durumdaki anılarına/kitaplarına göz atanlar, nasıl çaktığını da okurlar.

Her daim, dilinden demokrasiyi düşürmeyen, halkı “tercihlerini” ve "seçimlerini" sürekli küçümseyen, tehlikeye düştüğünü iddia ettikleri “cumhuriyeti” ordunun çıkaracağını umdukları “ses”le kurtarma telaşında olanları kastetmiyorum sadece. Onların çoğu da “nerden çıkarıyorsunuz, ben darbelere karşıyım, darbeler ülkemizi hep geri götürdü, diyorum ya!” stepnesini yanlarında taşımayı tercih ediyorlar. O da olmazsa “halk beni anlamadı, zaten anlayamaz” oluyor, bahanemiz.

“Darbecilere/askeri darbeye” karşı olmakla, Türk ordusuna karşı olmayı birbirine karıştıranlar ve her fırsatı, mümkünse “orduya” giydirmek için değerlendiren “demokratlar” var ki, “demokrasimize” onların verdiği zararı kimse vermiyor.

Demokrasi, “demokrasiyi öldürebilen”, kendi totaliter yönetim arayışlarına kimilerinin ulaşması için fırsatlar sunan bir araç gibi de algılanabiliyor. Sık sık bunun demogojisiyle de zaman yitiriyoruz. Öyle ki özellikle uyanık “şeriat”/”din devleti” özlemcileri için bir araçmış gibi sunuluyor. Ama önce, bunu böyle sunanların, sanki kimsenin göremediklerini görüyorlarmış gibi davrananların elinde katlediliyor, demokrasi.

Bir de tüm hayatı “siyah-beyaz” gören, “hadi söyle bakalım: Şeriat mı Darbe mi?” açmazında olduğumuz yanılgısını pompalayanlar var. Sanki yeni bir şey söylüyormuş gibi “gri”yi demokrasi zanneden “demokratlardan” geçilmiyor. Önce akıl fikir, sonra sabır dilemek düşüyor bize, konuşabilmek için: Demokrasinin “grinin tonları” değil, çok renklilik ve her rengin birlikte yaşayabilme iradesi olduğunu anlatabilmek için…

Burada demokrasi teorisi anlatacak değilim. Kütüphaneler, hatta internet bu konuda sayısız kaynak sunuyor. Ancak bir ay içinde Türkiye’de yaşayacaklarımız ya da kapalı kapılar ardından bize sızamayanlar için “uyanık” olalım, diyorum.

Hepimizi özgür ve eşit kılan, hukuku/adaleti yaşatabileceğimiz yegane yönetim biçimi, demokrasi. Ve onu, Türkiye’yi ne kadar çok seviyorsak, o kadar korumak zorundayız. Demokrasi, cesaret ister ve ancak kendine sahip çıkan “yurttaşlarla” yaşayabilir.

Demokrasimizi herkese karşı korumak zorundayız: Sivil ya da asker, ama en çok da demokrasiden korkan demokratlara karşı…

Onpunto /10.04.2007 / O. Suat Özçelebi

30 Mayıs, 2007

Erkek Demokrasiden Gerçek Demokrasiye

Ka.der’in kampanyasının ardından ben de bir yazı yazdım. Onpunto’da yer aldı: “İki dudak demokrasisi.” Tekrarlamayacağım tüm yazdıklarımı. Özetle, Kader’i desteklediğimi, ama Türkiye’nin çok temel bir sorunu çözülmedikçe başarı şanslarının olmadığını anlatmıştım.

Her şeyi, siyasi partilerin lider ve ekibinin iki dudağı arasına şıkıştıran, siyasi partiler yasamız yerinde durdukça, Türkiye’de kota da getirseniz, kadın adayları üst sıralara liderlerin lütfuyla yerleştirseniz de, “kendi iradelerini” sergilemeleri ve tam anlamıyla “milletin vekili” olmaları imkansız.

Şimdi, daha fazla ayrıntıya girmeden, bu eleştirimi saklı tutuyorum.

Sayın “sozal” Kader’in kampanyası ile ilgili bir yazı yazdı. Ka.der’in kampanyasına getirdiği eleştirilerin neredeyse hiçbirine katılmıyorum. Kadınlar tarafından tipik “erkek egemen” olarak nitelenen bir bakış açısı. Aslında kendi sorduğu soruların yanıtlarını, yazısı içinde yine kendi verdiği halde, bazı konuları açmakta yarar var.

Uzun bir yazıya-yanıta hazır olun!

Ka.der’i yanlış anlamayın! Ka.der kampanyasında neler söylüyor? Gelin önce onlarda anlaşalım. Ka.der “TBMM’ye hep erkekler girdi, bu defa da kadınlar girsin” demiyor. Kadınlar da girsin, hatta %30 oranında temsil şansı, “cinsiyet kotası” istiyor.

"Erkek olmak şart mı?" diye sormasının nedeni, kadınlara “yurttaş” olarak, 1934 yılında “verilen” seçme ve seçilme hakkına rağmen parlamentomuzun hala erkeklerle dolu olması. (% 4 kadın) Bugün Türkiye’de de kimi hakların hukuken olması, ama “zihniyet” açmazı nedeniyle fiilen uygulanamaması “kadın hareketlerinin” ayrıca çaba harcamasına yol açmaktadır.

Bir “kadının”, bu durumda "erkek olmak şart mı?" sorusunu sorması kadar doğal ne olabilir? Dünyada, Avrupa ülkeleri dahil 81 ülkenin anayasalarında ve yasalarında “cinsiyet kotası” var.

Neden var?

“Kimilerinin, biz insanların birikimine bakarız, donanımına bakarız, bacaklarının arasında ne olduğuna değil.” diye “dahiyane” ve “amiyane” biçiminde ifade ettiklerini hiç düşünemedikleri için mi? Çok naif ve “siyaseten doğrucu” (politically correct) oldukları için mi?

Yanıt belli: Elbette değil!

Bu kota sağlanmasaydı, her halde bir yüzyıl daha her şeyi “erkekler” yöneteceği için... Kadınların uğradıkları ayrımcılık, şiddet, eğitim, sağlık, kültür, yoksulluk, kariyer koşullarında iyileştirmeler, yine “erkeklerin” beynine/eline bakacağı için...
Kadın bakış açısı ve duyarlılığının, erkeklerin yüzyıllardır hep eksik bıraktıkları, önemsemedikleri ve sahiplenmediklerini sahipleneceği için...
Hepimizin insan, ama yüzyıllardır erkeklerin kendilerini daha “insan” sandıkları için...

Uzatmayayım...

Kadın sorunlarını, “erkek egemen bakış açısı”ndan kurtulmuş “insanlar” çözebilir. Önce “erkek egemen bakış açısı nedir?” sorusunu kendine sormaktan başlayarak. Ve bunun en önemli adımı, öncelikle “eşit temsil”dir.

Bu, evet, feminist bir yaklaşımdır. Ama feminizm nedir? En basit anlamıyla, “bir toplumda kadın haklarının yaygınlaşması için çaba harcamak, erkeklerle eşit düzeye gelmesine çalışmak”dır. Bu yaklaşım, hepimizin sahip olması gereken bir yaklaşım değil mi? Yani bu anlamda hepimiz “feminist” değil miyiz?

Ama eğer feminizmden, “erkek düşmanlığı”nı anlıyorsanız, zaten sorun, başka yerde demektir. Her şeyin aşırılığını yapanlar ve bununla kendini ifade edenler bulunabilir. Ama tüm kadın hareketi ve mücadelesini bu tür aşırı akımlara bağlayamazsınız.

Evet, Ka.der önce kadın olduğu için, “kadınlar” seçilsin istiyor: Çünkü on yıllardır indir/kaldır bir parmak olarak seçilen erkeklere, hiçbir “erkek” çıkıpta “senin donanımın ne, bilgin ne, eğitimin ne, ne oluyor?” demedi. Kadınlar sözkonusu olunca, “benim için en önemli olan budur” diyenler nedense sıraya giriyor.

Sayın “sozal” İkdam gazetesi’nden güzel bir alıntı yapmış:
“İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan oluşur. Kabil midir bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki bir cismin yarısı toprağa bağlı kaldıkça, öteki yarısı göklere yükselebilsin?"( 1 Eylül 1925 İkdam Gazetesi)

Aslında bu alıntıda şu andaki durum özetleniyor. Çünkü bugün de sayın “sozal”ın söylediklerinin tersine, tüm dünyada ve ülkemizde kadınlar toplumsal fırsatlardan ve kaynaklardan eşit bir biçimde yararlanamıyorlar.

Birkaç istatistik yeterli olacaktır:
2000 yılı itibariyle 6 yaş üstü nüfus içinde okur yazar olmayanların sayısı 7,6 milyondur. Bunun 5,7 milyonu kadın, 1,9 milyonu erkektir.
2000 yılı 12 yaş ve üstü üzerine işgücü istatistiklerine göre iktisaden faal nüfusa katılan kadın sayısı 10,2 milyon, erkeklerde ise 18,4 milyondur.
Meslek gruplarında kadın ağırlıklı tek alan 100 erkeğe 131 kadının düştüğü tarımsal faaliyetlerdir.
Örnekleri artırmak mümkün.

Siyasetin, kadınlara yönelik daha fazla güçlük çıkardığı doğrudur. Evdeki iş bölümü, annelik, “taciz riskleri” ve başka birçok neden sayılabilir. Ama bunların hiçbiri kadınların üstesinden gelemeyeceği engeller değildir. En büyük engel, kendi alanlarını kadınlarla paylaşmak istemeyen “erkeklerdir”.

Aynı sayın “sozal”ın söylediği gibi “ayıp olmasın diye erkeklerin seçtiği kadınlar” olmak istemiyor kadınlar. Ama bunun engellemenin yolu sözünü ettiğim gibi sadece kota değil, siyasette lider egemenliğine son vermek...

Kadınlar kadın oldukları için değil, “ayrımcılığa” uğradıkları için, bu toplumun yarısını oluşturdukları için bugün parlamentoda eşit temsil istiyorlar. Kadınlar dar bir çıkar grubu değildir. Diğer gruplar, etnik kökene sahip olanlar, meslek grupları çıkarlarını savunan temsilciler seçtirebilir, sivil toplum örgütleri, odaları vb. ile zaten bunu yapıyorlar. Kadınların bunun için bir “seçim bölgesi” de yoktur.

Ka.der erkeklerin de üye olduğu bir kadın örgütüdür. KA.DER’ in yoğun çabaları, bu kampanyadaki büyük masrafları boşuna değil. Bugün dikkat çeker, yarın etki yaratır, gelecekte sonuç verir.

Erkek demokrasiden, gerçek demokrasiye geçmenin başka yolu yok. Kentli-köylü ezilen, perişan durumdaki kadınların kurtuluşu da siyasette, lider hegomonyasını, icazetini aşabilecek temsil yeteneğine sahip kadınlarla, erkeklerin birlikte çalışmalarıyla gerçekleşecektir.

Bu tartışmada ironik olan bir diğer konu, iki erkek kafa kafaya verip, bunu tartışıyor olmamız. Açıkcası bir “kadının” da bu konuda söz almasını tercih ederdim.

Sayın sozal'ın yazısı için: http://onpunto.com/ShowBlog.aspx?Web=ssirri&CId=40398

Veriler: Eşit temsil için cinsiyet kotası /Erkek demokrasiden gerçek demokrasiye, Ka.der yayını (2005)

onpunto / 24.03.2007 / O. Suat Özçelebi

İki dudak demokrasisi

Kadınlar siyasette daha fazla yer almak ve temsil oranlarını artırmak için haklı olarak seslerini yükseltiyor. Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği (Ka.der) 2007 seçimleri öncesinde adaylık süreçlerine kadınların daha fazla katılmalarını sağlamaya çalışıyor. "Meclise girmek için erkek olmak şart mı?" adlı kampanyada temel amaç, siyasi partilerin aday listelerinde seçilebilecek yerlerde kadınların da aday gösterilmesini sağlamak.

Ka.derli kadınlar hazırladıkları posterlerde aslında, kendilerine değil, bu toplumda gittikçe kemikleşen ayrımcılığa “bıyık takıyorlar”. Ayrımcılığın her anlamdaki erkek yüzüyle, hem erkekler hem de toplum yüzleşebilsin, diye.

Ancak bu yüzleşmenin önüne dikilen ve "ayrımcılık" dışındaki, asıl büyük engeli göremiyorlar. Bu engel, demokrasimizi, siyasi partiler rejimimizi “iki dudak demokrasisi”ne indirgeyen, "siyasi partiler yasası"dır.

Bir siyasi partide herkes hukuksal güvenceye sahip olmadan, o partide-ülkede demokrasiden ve eşit koşullarda yarıştan söz etmek mümkün değil. Milletin önüne “sandık” koymak, demokrasi için yeterli değil. Sandığın öncesi ve sonrası demokrasiden ve adaletten nasibini almamışsa, ortaya sadece “iki dudak demokrasisi” çıkıyor.

Lider ve ekibinin, iki dudağı ve insafıyla oluşturulan milletvekili listelerine izin veren siyasi partiler yasasıyla, aslında sadece kadınlar değil, erkekler de on yıllardır ayrımcılığa uğruyor.

Erkek egemen bakış açısının TBMM’de “egemenlik kayıtsız şartsız erkeklerindir” biçimine birçok kez bürünebildiğinin artık herkes farkında. Ka.der’in kampanyası, Meclis'te kadınların sorunlarını sadece erkeklerin değil, erkeklerle birlikte eşit düzeyde ya da en azından sesi daha gür çıkacak sayıda kadınla çözülebileceğini görmemizi istiyor.

Ancak kadınlarımız, yükselen sesleriyle öncelikle “egemenlik kayıtsız şartsız liderlerindir” biçimine bürünmüş Meclisimizin dönüşmesine öncülük etmelidir. Bu temel sorun çözülmezse, düşük sayıda temsil, sadece liderlerin "lütfuyla" çözülebilir. Elbette kimse lütuf istemiyor. Kadınlar da millet de kendi iradesiyle seçmek-seçilmek istiyor.

Millet, her seçimde neredeyse tasdikçi konumuna indirgenmiş durumda. Uzun yıllardır liderlerin ve yakın çevrelerinin seçip, düzenledikleri milletvekili listelerini onaylıyorlar sadece. Yani Meclis'e girmek için "erkek" olmak da yetmiyor.

Kendinizi boşuna aldatmayın, parti-içi demokrasi yoksa, milletvekili listelerinde hiçbir şansınız yok. Ka.der’in kampanyasının, kadınlarımızın, gençlerimizin, erkeklerimizin, hepimizin kaderi, her seçimde olduğu gibi parti liderleri ve ekiplerinin iki dudağının arasında...

Siyasette İnovasyon -I-

İş dünyası, 90’ların ortasından beri yeni bir kavramla dönüşüyor.: Birçok alanda kullanılan inovasyon. Yani, “yenilik”. Ama bu “yenilik”, her zaman kullandığımız anlamın çok ötesine geçen bir içeriğe-güce sahip. Aynı şekilde siyasette “inovasyon” derken, bildiğimiz anlamda “yenilik” anlayışını aşacak yaklaşımlardan söz ediyorum.

Siyaset dünyasına, iş yaşamından böyle bir kavramı uyarlamak kimilerini rahatsız edebilir. Liberal bir söylemin parçası olarak görülebilir. Günümüz dünyasında artık kimi olguları/sorunları çözümlemek için inter-disipliner yaklaşımlardan, multi-disipliner yaklaşımlara yönelen kişiler ise, inovasyonun siyasete de farklı bir bakış açısı getireceğini düşüneceklerdir.

İnovasyonu, “yenilik” kavramının ötesine taşıyan, “bilgi”yi yeni ya da eski, bir kaldıraç gibi kullanmasıdır. Bu açıdan siyasetçilerimizin inovatif bir bakış açısı kazanmaları ve inovasyonu kamunun, eğitim süreçlerinin bir parçası yapmaları, topluma yönelik olarak yaratıcı çözümler/ürünler geliştirilebilmesi için zorunludur.

Siyasette inovasyon kavramını kullanmamın önemli bir nedeni daha var: İş dünyasında yaşanan temel bir sorunun gittikçe siyasal yaşamımıza, siyasi partilerimize egemen olmaya başladığını düşünüyorum. Birbirini, ürünlerini taklit eden şirketler gibi, bırakın yenileşmeyi siyasi partilerimiz gittikçe “aynılaşıyorlar”. Söylemlerindeki farklılıklar, birbirinin benzeri parti programlarının içinde kaybolurken, Türkiye’nin temel sorunları karşısında yaratıcı çözümler önermekten uzaklaşıyorlar. O kadar ki siyasi yelpazenin sol veya sağında yer alan birçok partinin hızla merkeze yöneldiklerini, neredeyse ortak sloganları dillendirdiklerini görüyoruz.

Bunun birçok nedeni var: Ancak bu konudaki neden-sonuç ilişkisi yumurta-tavuk hikayesine dönüşmüş durumda. Kısaca tam neyin sonuç, neyin neden olduğunu kestirmek güç. Bu konuda da yapılmış ciddi bilimsel çalışmalar bir elin parmaklarını geçmiyor. Seçmen ve seçimlerle ilgili boyut üzerine yapılabilecek gözlemler, sorunu çözümlememiz için bize daha çok fırsat tanıyor. Son 10-15 yılda Türk seçmeninde belirgin oranda siyasal tercihlerini değiştirme ve % 25-30 oranında bir uçtan diğer uca giden, farklı partilere yönelebilme eğilimi belirdi. Önemli sayıda seçmen, oyunu, bir seçimden diğer seçime bambaşka adreslere yönlendirebiliyor. Eğilimini sandığa gitmeyerek gizleyebiliyor ya da "umursamazlık" biçiminde gösterebiliyor.

Oy akışkanlığı 2002 seçiminde zirve noktadaydı. %21’lik DSP, %1,5’luk bir parti haline dönüşürken, DYP, ANAP, MHP gibi güçlü tabanları olduğu düşünülen birçok parti %10 barajını bile aşamadı. Daha önce siyaset sahnesinde olmayan Genç parti ve Ak parti %40 civarında oy aldılar. Bu durum, genel seçimlerden farklı olarak belli ölçülerde değerlerin, yöresel etkilerin, adayların daha fazla rol oynadığı, yerel seçimlerde de(2004) çok değişmedi, sürdü.

Seçmen, 2002’de çeşitli nedenlerle tepki oylarına dönüştürdüğü siyasal tercihlerini, “konjonktüre” bağlı olarak farklılaştırabileceğini kamuoyu araştırmalarında çıkan "çelişkili" sonuçlarla doğruluyor. Partiye oy verenlerin sadakati, lider oy verenlere göre neredeyse hiç kalmamış görünüyor. DYP “köylü”, ANAP “kentli” partisidir, CHP “sol” partidir, MHP sadece “milliyetçilerden” oy alır, AKP “din” temelli bir partidir, gibi yaklaşımlar, artık seçmenin kararını analiz ederken kullanılabilecek klişeler olmaktan, çok uzun zaman önce çıktı.

Ayrıca “onlar bende de var", ya da “o ne veriyorsa ben 5 mislini veriyorum” rüşvetleri, kimi seçmen için geçerliliğini korusa da seçimin sonucunu etkileyecek olan “ikna” edici, “inovasyonu/yenileşimi” ifade etmiyor. Özellikle ekonomik sorunlar bağlamında yeni program oluşturma ve temel sorunlara çözüm geliştirme üzerinden giderek farklılaşamayan partiler, ya iktidarın uygulamalarını eleştirmekle yetiniyorlar ya da çok eski bir argümana yeniden dönüş yapmayı tercih ediyorlar: İdeolojik kamplaşma.

Şu anda 2007 seçimlerinin okuması, iki farklı kampın seçmen de bulacağı karşılık üzerinden yapılıyor: Laik-Antilaik, Milliyetçi-Bölücü. Alt gruplar da var. Ulusalcılar, AB’ciler, Liberaller, Komplocular vb…

Uygulanan ekonomik programın, toplumun siyasal karar ve tavır dinamiklerine yön verip vermediğini, kamplaşmanın oy davranışını/eğilimlerini belirleme gücünü ise seçim sonuçlarına bakarak göreceğiz. Ve bu kamplaşma keskinleşirken, “siyasette inovasyondan” söz etmek elbette mümkün değil. Görünen köy kılavuz istemiyor: Seçim kampanyalarında başarı, kendini topluma beğendirme ölçüsü, kimin daha milliyetçi, kimin daha laik, kimin daha bölücü ya da bölücü fikirlerin sahibiymiş gibi seçmene sunulmasında aranacak görünüyor. Yani, 2002'de yaşadıklarımızın bir yeni versiyonu.

Seçmen yine uzun zamandır, kamplaşma dışında neredeyse her anlamda “benzeşen” partiler arasında karar vermekte, “duygusal kararsızlığını” giderecek politikaları algılamakta çok zorlanıyor. Bunun bir sonucu olarak seçime katılım oranlarında Türkiye’de görülmeyecek düzeyde azalmadan söz edilebilir. Genelde %85’in altına çok inmeyen katılım, son seçimlerde %70’ler seviyesinde seyretti.

Herkese her ürünü, aynı şekilde satmaya çalışan bir şirket gibi davranan, kendini “konumlandıramayan” , hedef kitle analizlerini yapamayan partiler-liderler, ortak beklentileri/sorunları yakalama gayretiyle seçmenin temel sorusuna yanıt veremiyorlar: “Neden sizin liderinize/partinize oy vereyim?”

Bu kritik soruyu yanıtlamanın yegane yolu, ülkenin/seçmenin temel sorunlarına karşı “inovatif” bir programı, stratejik siyasal iletişimden yararlanarak sunmaktan geçiyor.

İnovasyon/yenileşim, temelde başkalarının daha önce önermediği, bulmadığı, kullanılmayan, olmayan bir şeyi sunmak, ya da varolan bir şeyi, işe yarayan “bambaşka” bir şeye dönüştürmektir. Siyasi rekabette öne çıkmak, yaşam kalitemizi, refahı artırmak için şu anda en gerekli olan, “olmayan” bir şeyi var etmek, hayal gibi görünse de…

Kırılma Noktası / Siyasal İletişim Gazetesi / 30.01.2007

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails