17 Şubat, 2020

İki Dudak Demokrasisi ve Demokratik Siyaset



Güçlü parlamento, gerçek milli irade ile seçilmiş milletvekili ile mümkün…

Parlamenter demokrasiden “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adında bir tür başkanlık rejimine geçtiği tarihten bu yana Türkiye, yeni rejimin sıkıntılarını yaşamayı sürdürüyor. Bir başkanlık rejimi olarak literatürde yer almayan Türk tipi “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” (CHS) Türkiye’yi sadece bir parlamenter sistem olmaktan çıkarmadı. Temelde kuvvetler ayrılığının en güçlü biçimde yaşandığı başkanlık modellerinden birine değil, “tek adam”ın yasama, yürütme ve yargıyı doğrudan etkileyebildiği veya etkisinin, gücünün hesap edilemediği bir rejime sürükledi.

Peki, bu durum Türkiye için beklenmedik bir gelişme mi? Bu sorunun yanıtı: Hayır!

“Tek Adam Rejimi”ne adım adım varıldı

Türkiye, çok uzun yıllardır, hatta çok partili hayata geçtiğimiz tarihten bu yana aslında bir tür “Tek Adamlar Rejimi.” Özellikle 1980 askeri darbesinin ardından Türkiye’de askıya alınan parlamenter sisteme tekrar geri dönüş yapıldığı zaman artık kurulan sistem bir demokrasi değildi; bunun aksine, tam anlamıyla “Tek Adamlar Rejimi”ne, diğer deyişle bir “iki dudak demokrasisi”ne zemin hazırlanmıştı.

Türkiye’de siyaset yapmak, “iki dudağın” icazetine mahkum olmaktır. Bu dudakların birbirinden farkı yoktur; sağ, sol, merkezde olmak fark etmez. Bu “dudaklar”, hangi ideolojiden olursa olsun, kendinden başkasını konuşturmaz; dinlemez; kendi bildiğini söyler ve uygular!

Uzun yıllar askeri/bürokratik vesayetten yakınanlar, liderlerin sultasına indirgenmiş ve siyaset yapmayı belli kişi ve zümrelere boyun eğme, itaate ve sadakate dönüştürmüş bu yapı ile kol kola, Türkiye’nin yıllardır gerçek bir “demokrasi”ye kavuşmasını engellediler. Üstelik bu, iktidarda veya muhalefette olsun, tüm siyasi partilerin içinde yer aldığı değişmez bir sarmal.

Siyasete katılarak Türkiye’yi dönüştürme yolunda istekli, genç, eğitimli, donanımlı kitlelerin uzun yıllar siyasetten uzak tutulma ve durma süreci de böyle gelişti. Siyaseti millet nazarında “kötü” yapan önemli nedenlerden biri de, lider ve ekibine “boyun eğmeden”, tabi olmadan özgür ve bağımsız düşüncelerle siyaset yapılamamasıdır. Bunu yıkmayı deneyenler, kabullenemeyenler ya tasfiye olmakta, ya siyasetten uzaklaşmakta ya da siyasete hiç adım atmamaktadırlar.

1980 sonrası asker denetiminde kurulan parlamentoda partiler ve milletvekilleri darbeci generallerin yer aldığı Milli Güvenlik Konseyi’nin belli bir onayının ardından milletin karşısına çıkabilirken, “tam demokrasi”ye geçişle bu onay kalktı diye düşünüldü. Ancak her zaman bir biçimde var olan “onay” aşaması sadece yer değiştirdi; askerlerin yerini tümüyle partilerin genel başkanları ve ekipleri aldı. Buna yol açan da 1986’da Meclis’te tartışılan seçim yasasından ön seçim zorunluluklarını kaldıran değişiklikleri savunan ANAP’ın milletvekilleri oldu. Bu değişikliklerin kendilerini de “kapıkulları”na çevireceği uyarılarına rağmen, ANAP milletvekillerinin oylarıyla seçim kanunu değişti. (1)

Ön seçimi mecburi kılan 1983 seçim yasasındaki bu değişimle aslında bir “sivil” darbe yaşandı. İki dudak demokrasisinin tohumları Turgut Özal’ın yaptırttığı yasa değişiklikleriyle kalıcı bir biçimde atıldı. Milletvekillerini “kapıkulları”na dönüştüren çarpık düzen, bugüne kadar tüm hükümetler tarafından da sürdürüldü.

Türkiye “iki dudak demokrasisi”nin her zaman çeşitli biçimlerde yaşandığı bir sisteme sahip oldu. Ancak bu sistem, 1980 sonrasında tamamen içselleştirildi. Öyle ki Türkiye; “lider sultası”, “lider oligarşisi” ve benzeri isimler altında sistemin özüne, sonuçlarına yönelmeyen küçük eleştiriler ve parti içi demokrasiyi tamamen yok eden bir siyasal partiler ve seçim yasası yüzünden bugünlere göz göre göre sürüklendi.

29 Ekim 1923’te başlayan parlamenter hükümet sistemi süreci bazı kesintilerle de olsa hep yaşadı. 2007 yılında yapılan anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi sağlandı. Böylelikle parlamenter sistemdeki devlet başkanının Meclis tarafından seçilmesi uygulaması son buldu ve parlamenter sistemden tamamen uzaklaşıldı. 16 Nisan 2017’deki anayasa değişikliği ile de, Türkiye’de parlamenter sistemden iki dudak demokrasisine geçişi iyice tescilleyen CHS oluşturuldu.

Demokrasinin içi çoktandır boşaltılmış, ortada sadece biçim kalmıştı

Şu anda eleştirilen “Tek Adam Rejimi”nin köklerini yıllarca sulayan, aslında iki dudak demokrasisidir. İki dudak demokrasisini şöyle tanımlayabiliriz: Milletin iradesinin yerini, siyasi partilerin genel başkanları ve ona yakın bir ekibin aldığı, demokrasinin biçimsel “oyuna” dönüştüğü bir vesayet rejimi. Milletvekilleri doğrudan halk tarafından seçilmez. Önce partinin genel başkanı (lideri) ve kendisine yakın bir ekip, milletvekili aday adayları arasından milletvekili olabilecekleri tek tek belirler.

Liderin iradesi dışında kimse, seçimlerde “seçilebileceği” yerden aday olamaz. Yerel veya genel seçimlerde de adaylar, aynı biçimde merkez yoklaması, eğilim yoklaması vb. adı altında tamamen anti demokratik bir süreçle belirlenir. Bunu aşarak “ön seçim” yapan bazı partiler olmakla birlikte, bu ön seçimlerde de genellikle yine genel başkan ve ekibinin kontrol ettiği delege sistemiyle (delege ağalığı) farklı, demokratik bir sonuç almanın çok zor olduğu ortadadır. Seçimlerde halk, “seçilmiş” milletvekillerinin arasından “seçilecek sıralara” konmuş adayları tasdikler.

İki dudak demokrasisinde milletvekillerinin temel işlevi, büyük çoğunlukla yasal prosedürün işlemesi için gereken parmak hesabını denkleştirmekten ibarettir. Yasama organının üyesi gibi değil, yürütmenin emrinde bir “tasdik aracı” olarak çalışır, milletvekilleri. Hele tek parti iktidarı söz konusuysa, sadece inip kalkan ve alkışlayan bir “el” haline dönüşürler. Buna direnen milletvekillerini sadece disiplin işlemleri değil, “dava”ya ihanet, hatta ihraç işlemleri de beklemektedir.

Öyle bir durum ki bu; sadece milletvekilleri değil, partilerin tüm organları, il, ilçe başkanları, belediye başkanları asla genel başkanlara rağmen seçilemez. Seçilirse ilerde “kan uyuşmazlığı”, “ortak dil oluşturamama”, “genel merkezin hızına yetişememe”, “parti disiplini” vb. gerekçelerle ya görevden alınır ya da istifa etmek zorunda bırakılır. Çünkü bu düzende partilerin liderleri olmaz, liderlerin partileri olur.

Yakın geçmişte bunun en belirgin örneklerini “metal yorgunluğu” bahanesiyle görevden alınan bazı büyükşehir belediyelerinde yaşamadık mı? Örneğin 2014 yerel seçiminde 4 milyon İstanbullunun oyunu alan kişi, %47,9 oy alan ve girdiği her seçimi kazanan Kadir Topbaş somut hiçbir gerekçe göstermeksizin şu sözlerle istifa etti: “Partim ve sayın genel başkanım uygun gördüler ve 2004 yılında İBB başkanlığı görevini bana uygun gördüler. Partimin her kademesindekilere teşekkür ediyorum. İstanbul gibi müjdelenmiş bir şehre başkanlık yapma onurunu bana yaşattılar.” (2) Aslında şöyle dedi: “Beni İstanbullular seçmedi, hep genel başkanım seçti, şimdi de o istifa et diyor, ben de gidiyorum.”

Burada ironik bir örneğe değinmemek çok eksik olacaktır. Türkiye’de iki dudak demokrasisine en ağır eleştiriler yine bir genel başkandan Kemal Kılıçdaroğlu’ndan geldi. CHP Genel Başkanı 2013 yılında milletvekillerine yönelik yaptığı grup konuşmasında aynen şöyle dedi: “Siyasal Partiler Yasasını getirin değiştirelim. (Alkışlar) Açıkça söylüyorum, lider sultasına son verelim diyorum. (Alkışlar) Milletvekillerini kim seçiyor? Oturuyor liderler masanın başına yazıyoruz isimleri alt alta, vatandaşın önüne koyuyoruz, ‘Bunlara oy vereceksin’ diyoruz. Bu mudur demokrasi?”(3) Kılıçdaroğlu 2014’te de benzer sözleri tekrarladı. Ancak daha sonra CHP de -bazı yerlerde ön seçim yapsa da- milletvekillerini “merkez yoklaması”yla tespit etmeyi sürdürdü.

Mevcut iktidar partisi AK Parti’den kopan ve biri partileşen diğeri partileşme sürecinde olan her iki grup da, kopma gerekçelerinin temelinde bu büyük problemin yattığının çok iyi farkındalar. Liderin mevcut partiyi adeta tapulu arazisi gibi gördüğünün ve kendi anlayışı dışında en küçük muhalefet, oluşum veya kişiye izin vermediğinin somut örneklerini yine yaşıyoruz.

Gelecek Partisi’nin Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, açıkladıkları kuruluş programında bu duruma şöyle işaret etti: “Parti olarak lider kültü ve edilgen kadrolar anlayışına dayanan siyaset tarzını reddediyoruz. Bunun Türkiye’ye ve siyasete nasıl irtifa kaybettirdiğini trajik örnekler üzerinden deneyimliyoruz. Bunun yerine partimi,z irade sahibi ve sorumlu liderlik, güçlü kadrolar, kolektif akıl ve dinamik kitle etkileşimini esas almaktadır.Türkiye’ni,n siyasetin alanını genişletecek ve parti içi demokrasiyi tahkim edecek yeni bir siyasi partiler düzenine ihtiyacı vardır. Bu amaçla, demokratik bir Siyasi Partiler Kanunu hazırlanacaktır.”(4)

Benzer sözleri, kuracağı partiyle ilgili bilgi verirken Ali Babacan da şöyle dile getirildi: “Türkiye’de parti disiplini ile parti içi demokrasi arasında ciddi ikilem söz konusu. Parti içi demokrasi, özeleştiri mekanizmaları çalıştırılmayabiliyor. Siyasi Partiler Yasası’nda mutlaka parti içi özeleştiri, demokrasiyi işletecek bazı mekanizmaları, süreçleri mecbur hale getirmek. Bu kültürün değişmesi lazım.”(5)

Bu antidemokratik siyasi parti düzeni sayesinde “askeri/bürokratik vesayet” de uzun yıllardır daha rahat egemenlik kurarken, devleti içerden ele geçirme çabalarına karşı milleti çaresiz bırakan “siviller” Türkiye demokrasisinin hep emekleme çağında kalmasına da yol açtılar. Devletin birçok kurumunu tümüyle ele geçirmeye çalışmış ve adeta içini boşaltmış Fethullahçı, terörist bir yapının bu kadar rahatça mesafe alabilmiş, korunabilmiş olmasının ardında da iki dudak demokrasisini aramak hiç yanlış olmayacaktır.

Tek adamın her şeye karar verdiği, yönlendirdiği, kabul ya da ret ettiği bir yapıda, demokratik bir eleştirinin bile esirgendiği, tahammül görmediği bir ortamda, otoriter ya da totaliter arayışların, komploların filizlenmesinden daha doğal ne olabilir?

Güçlü temsil / güçlü vekil parlamenter demokrasinin önkoşuludur

Şimdi yeni kurulan siyasi partiler de muhalefet partileri de tıkanan CHS’den yeniden parlamenter sisteme dönmeyi savunuyorlar. Güçlendirilmiş bir parlamentodan bahsediyorlar. Ancak geçmişin parlamentosu veya parlamenter sisteminin bugünü ürettiğini kavrayamayanlar, uzun uzun anlattığımız iki dudak demokrasisinin bizi bu noktaya nasıl getirdiğini çözemeyenler, Türkiye’yi daha büyük bir krize taşımaktan başka bir şey yapamayacaklardır.

Eğer yeniden parlamenter sisteme döneceksek bunun temel, hatta vazgeçilmez koşulu güçlü milletvekilidir. Milli iradenin seçtiği milletvekilidir. Liderin, genel başkanın değil milletin vekaletine gerçekten sahip vekildir. “Yönetimde istikrar” ve “parti disiplini”ni önceleyen anlayış, “temsilde adalet” ve “milletin gerçek vekili” arayışlarıyla bir denge kurmak zorunda olduğunu anlamalıdır. Gelinen noktada “Gazi Meclis”e artık gerçek itibarını yeniden vermekten kimse kaçınamaz.

Anayasanın ve mevcut yasal düzenlemelerin engel olamadığı “iki dudak demokrasisi” bu biçimiyle yeni siyasi partiler ve seçim yasası ile kırılmalıdır. Türkiye’nin uzun yıllar önce kötü bir “temsile” dönüşmüş “temsili demokrasi”sini ne kadar güçlendirirseniz güçlendirin, yine tamamen demokratikleşmemiş süreçlerin ardından yapılan seçimlerle ortaya çıkacak bir parlamento devasa ve belki daha belalı bir otoriterleşme projesini beslemekten başka bir şeye yaramayacaktır.

Bugün anayasal düzeyde meşruiyet arayışına giren herkesin farkında olduğu gerçek, anayasayı tartışan, hazırlayan, onaylayan bütün yapıların demokratik süreçlerin bir ürünü olmasının kaçınılmazlığıdır. Kendisi demokratik “olmayan/olamayan” siyasal partiler nasıl olup da demokrasi üretecek, böyle bir anayasa için mücadele edebilecek ve onu koruyacaklardır?

Rejimi “tek adam” aşamasına kadar getiren, neredeyse bütün siyasal sistemi kilitleyen, parti-içi demokrasiye hayat hakkı tanımayan ve partilerin üyelerini, karar organlarını yok sayan genel başkan ve ekip oligarşisidir. Bu, Türkiye demokrasisinin doğal bir sonucu gibi algılanmaya devam ettiği takdirde sadece isimler değişecek ama ana sorun, rejimin otoriterleşme fırsatı sunan nitelikleri değişmeyecektir.

Doğru işleyen parlamenter bir sistem için Türkiye’nin her şeyden önce sivil, demokratik bir siyasi partiler ve seçim yasasına ihtiyacı vardır. Kanımca, gerçek “sivil anayasa” da ancak bundan sonra mümkündür. Yoksa genel başkanların ve kurdukları ekiplerin elemesiyle oluşmuş, yine milletin basit bir tasdikçiye indirgendiği süreçlerle oluşmuş bir parlamentonun yaptığı anayasanın demokratik “meşruiyeti” ve kimi “temsil” ettiği her zaman tartışmalı olmayı da sürdürecektir.

Anayasal düzeyde sağlanacak güvenceyle, partilerimizi milletin iradesinin kayıtsız ve şartsız egemen olduğu yapılara dönüştüremediğimiz, milletin vekilleri ile millet arasında doğrudan bir bağ kuran seçim sistemleri üzerine odaklanmadığımız sürece, adı “cumhuriyet” olan ama aslında siyasi partileri küçük krallıklara dönüşmüş bir Türkiye’de yaşamaya mahkum olacağız.

Bu arayış veya yeni sistem; yeniden güçlü parlamento, demokratikleşme yolunda tüm tartışmalar, siyasi partilerin üst organlarıyla sınırlı kaldığı takdirde, iktidar seçkinlerinin kısıtlı “vizyon”unu yansıtmaktan ileri gidemeyecektir.

Anayasamızın 68. maddesi siyasi partiler için “demokratik siyasi hayatın “vazgeçilmez’ unsurlarıdır” diyor. Ancak uzun zamandır biliyoruz ki siyasi partiler demokrasimizin “vazgeçilmiş” unsurlarıdır. Vazgeçmeyeceksek, parlamenter sistemi yeniden merkeze ve tartışmanın odağına yerleştireceksek, “demokrasicilik” oyununa bir son verip milletin gerçek vekillerine milli iradeyi temsil ve savunma şansı tanımaktan başka çaremiz yok.

*O. Suat ÖZÇELEBİ
Siyasal İletişim Danışmanı
SİTA Politik Danışmanlık Genel Müdürü
sozcelebi@sita.com.tr

(1) Kaya Erdem, Demokrasinin İlk 50 Yılı, (İstanbul: Doğan Kitap, 2016) s.340
(2) Kadir Topbaş’ın istifa metni için bkz: http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/829455/ibb-baskani-kadir-topbas-istifa-etti.html
(3) CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun grup konuşması için bkz: http://ikidudakdemokrasisi.blogspot.com/2013/04/klcdaroglu-milletvekillerini-kim.html
(4) Ahmet Davutoğlu Gelecek Partisi Kuruluş Programı Konuşması, detaylı bilgi için bkz: https://www.sozcu.com.tr/2019/gundem/iste-ahmet-davutoglunun-gelecek-partisi-kurulus-programi-konusmasi-tam-metin-5507690/
(5) Ali Babacan röportajı için bkz: https://www.haberturk.com/tv/programlar/video/teke-tek-26-kasim-2019-ali-babacan-ak-partiden-neden-istifa-etti/663505

* Bu yazı Sosyal Demokrat Dergi'nin 109 ve 110'nuncu sayısında (Ocak-Şubat 2020) yayımlanmıştır. Fotoğraf SD Dergiden alınmıştır.
Buradan ulaşabilirsiniz: Tıklayınız

17 Ocak, 2020

Babacan, Davutoğlu ve Lider Kültü

Son 2 yıl içinde iki dudak demokrasisi bloğunda değerlendirecek çok fazla gelişme yaşandı, bunları arşivime kaydetsem de birçoğuna blogda yer veremedim.

Ancak AK Parti'den ayrılan eski Başbakan Ahmet Davutoğlu ve eski Başbakan Yardımcısı ve Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan tarafından yapılan aşağıdaki önemli açıklamaları buraya not düşüyorum. İlerde yeni kurulan bu siyasi partiler hangi çıkış noktalarından hareket etmişti bunları tekrar görebilmek herkes için çok faydalı olacaktır.

Gelecek Partisi’nin Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu açıkladıkları kuruluş programında Türkiye'de yaşana "iki dudak demokrasisi"ne şöyle işaret etti: 
“Parti olarak lider kültü ve edilgen kadrolar anlayışına dayanan siyaset tarzını ret ediyoruz. Bunun Türkiye’ye ve siyasete nasıl irtifa kaybettirdiğini trajik örnekler üzerinden deneyimliyoruz. Bunun yerine, partimiz irade sahibi ve sorumlu liderlik, güçlü kadrolar, kollektif akıl ve dinamik kitle etkileşimini esas almaktadır. Türkiye'nin siyasetin alanını genişletecek ve parti içi demokrasiyi tahkim edecek yeni bir siyasi partiler düzenine ihtiyacı vardır. Bu amaçla, demokratik bir Siyasi Partiler Kanunu hazırlanacaktır.”


Kuruluşunun Şubat ayına sarktığı söylenen partisiyle ilgili Fatih Altaylı'nın programında  bilgi veren Ali Babacan siyasi partilerin yaşadığı problemlerle ilgili düşüncelerini şöyle dile getirdi:
“Türkiye'de parti disiplini ile parti içi demokrasi arasında ciddi ikilem söz konusu. Parti içi demokrasi, öz eleştiri mekanizmaları çalıştırılmayabiliyor. Siyasi Partiler Yasası'nda mutlaka parti içi özeleştiri, demokrasiyi işletecek bazı mekanizmaları, süreçleri mecbur hale getirmek. Bu kültürün değişmesi lazım.”

Bu sözlerin ardından kendi partilerinde nasıl bir etkinlik sergileyeceklerini kamuoyu dikkatle takip edecektir.

30 Ekim, 2017

Demokrasicilik oyununa devam

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın "En kısa sürede istifa edeceklerine inanıyorum" sözleriyle işaret ettiği ve "metal yorgunluğu" hastalıklarını teşhis ettiği isimlerden sonuncusu da bugün istifa etti.

Ahmet Edip Uğur, 30 Mart 2014'ten bu yana sürdürdüğü Balıkesir Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevinden ve AKP'den ayrıldığını bugün basın toplantısıyla duyurdu.


Ancak Uğur, diğer istifacılardan farklı olarak hem partisinden istifa etti, hem de maruz kaldığı baskıları çok açık bir şekilde dile getirdi. Normal bir ülkede bir belediye başkanı ailesine kadar tehditler aldığını söyleyerek istifa etmek zorunda bırakılsa ne yapılır?

En azından bu ülkede bir şeyler yapılmayacağını, eğer isterse kendisinin hukuksal girişimlerde bulunabileceği, (bakalım savcılar tehdidi dikkate alacak mı?) eski Adalet bakanı şimdi hükümet sözcüsü tarafından bir soru üzerine açıklandı. Uğur, "
Külli iradeye teslim olarak cüzi irademle milletime vefa gösteriyorum." dedi, aslında kendisini belirleyen iradenin iki dudağı arasında cüzi iradesinin, hele seçmen iradesinin hiçbir anlamı olmadığını gösterdi.  

Çok kısa bir açıklama ile istifa eden Uğur'un istifa sırasında söylediği sözler iki dudak demokrasisi'nin Türkiye'de nasıl bir baskı aracına dönüştüğünü çok açık bir biçimde gösteriyor: "Kendi adıma şunu söylemeliyim. Yolsuzluğunuz yok, FETÖ bağlantınız yok fakat ailenize, evinize kadar ulaşan baskılar, hatta tehdide varan müdahaleler var. Bu katlanılacak bir durum olmanın ötesine geçmiştir. AK Parti'de siyaset yapma imkanımız ortadan kalkmıştır. Külli iradeye teslim olarak cüzi irademle milletime vefa gösteriyorum. Partime ve başkanlık görevime burada veda ediyorum. Vicdan rahatlığı ile bu kararı almış buluyorum. Hepinize, bütün hemşehrilerime, uzun mesai yıllarımda bana destek olan aileme teşekkür ediyorum."

Lider oligarşisi kendisi için çalıştığı zaman, demokrasiyi ve seçmen(partili/delege) iradesini hatırlamayan ya da kolayca yok sayanlar, bir kişinin "dava" kılıfıyla kendi iradesini istediği zaman kafalarına indirebileceği bir sopaya dönüştürebileceğini bunca deneyime rağmen görmemekte ısrar ediyorlar. Uğur, yaşadıklarından sonra "dava" falan hatırlayacak bir durumda olmadığını gösterdi.

Ancak
kabul etmedikleri ve istemedikleri istifalarından kendileri için de bir övünme payı çıkarmak, kamuoyunda içine düşürüldükleri acz algısından sıyrılabilmek, sığınılabilecek bir gerekçeye sarılmak için "dava"yı kullananlardan biri de Gökçek oldu. 

Geçen hafta tüm zaman kazanma talepleri reddedilen ve istifasını sunmak zorunda bırakılan Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek'in ifadeleri hem "biat"ın hem de "dava aşkı"nın demokratik yönetim sisteminin yerine siyasal yapının, yönetim erkinin temel karakterine dönüştüğünü çok iyi ifade ediyor: "(...) Ben bir dava ahlakından geliyorum. Benim davamda şahsi çıkarlara yer yoktur. Benim davamda nefse uymak yoktur. Yapılan değerlendirme ile genel başkanım ve liderim Recep Tayyip Erdoğan tarafından istifam istenmiştir. Benim davamda emir demiri keser. (...) Başarısız olduğumu düşündüğüm, yorgun olduğumu düşündüğüm için değil, ya da herhangi başka bir kaygı nedeni ile değil, sadece ve sadece ülkemi lider ülke yapacağına inandığım Recep Tayyip Erdoğan'ın talebini yerine getiriyorum.

Aynı "dava" yaklaşımını Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe'de istifasında şöyle dillendirdi: "Böyle bir teşkilat terbiyesi olan, ömrünü davaya adamış biri olarak, 24 yıldır belediye görevlerinde hep hizmet konusunda adımlar attık. Bu yolda kavgadan yana hiç olmadım. Bugüne kadar sürdürdüğümüz kavga değil hizmet ilkesini sonuna kadar sürdüreceğiz, parti liderimiz ile ters düşmeyeceğiz. Bu şartlarda Bursamıza hizmet imkanının kalmadığı ortadadır. Bugün itibarıyla Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevimden istifa ediyorum.” 

Biatı, "dava" kılıfını nefse uymak olarak görmeyenler, asıl her düzeyde demokrasiyi savunmanın hem kişisel hem de ülkesel olarak onurlu bir çıkış olduğunu gösterme şansına da doğal olarak sahip değiller. Zaten geldikleri göreve "seçim" adı altında atanmayı seçenler, atayanın iradesine çoktan esir oldukları için buradan zorlama bir "direniş/muhalefet" hikayesi çıkarmak da mümkün değildir.

Şimdi şöyle soralım: 


Referandum sonrası 6 ay geçmesine rağmen hazırlanmayan, TBMM'de ele alınmayan uyum yasalarının en önemlileri arasındaki yeni siyasi partiler ve seçim yasasının arifesinde tüm siyasi partilerin, halkımızın yaşanan istifalarla bu süreci birlikte değerlendirmek zorunda olduklarını hatırlatmaya gerek var mı? 

Kimse kendi partisinin ve liderinin "dava"sına gösterdiği hassasiyet ve bağlılığın küçük bir parçasını, Anayasal bir devlet, milli irade, hukukun üstünlüğü, temel hak ve özgürlüklerin güvencesi olan demokrasi davası ve ahlakı için göstermeyecek mi? "İki dudak demokrasisi"ne karşı kimse, davasından vazgeçtim, her şeye rağmen, yeni siyasi partiler yasası hazırlanırken bile bu "çaresiz belediye başkanları"nı da aşarak demokrasiyi savunma iradesini ve onurunu göstermeyecek mi?

Göstermeyecek, tüm siyasi partilerde demokrasicilik oyununa devam...

13 Ekim, 2017

Topbaş, Gökçek ve iki dudak demokrasisi

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş'a "metal yorgunluğu"ndan muzdarip olduğu teşhisini koyan AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan onu görevinden istifa ettirdi. Topbaş "adam yerine konmamak" gibi laflar etse de "örnek gösterilen bir nezaketle" görev yerini yine Erdoğan tarafından önceden belirlenen halefine terk etti. Metal yorgunluğu hastalığının yanında FETÖCü damat, ihale, reddettiği imar değişikliği dosyaları vs. bir sürü komplikasyon da sayıldı ama, öyle ya da böyle son seçimde (2014) 4 milyon İstanbullunun oyunu alan kişi, %47,9 oy alan ve girdiği her seçimi kazanan kişi somut hiçbir gerekçe göstermeksizin şu sözlerle istifa etti: "Partim ve sayın genel başkanım uygun gördüler ve 2004 yılında İBB başkanlığı görevini bana uygun gördüler. Partimin her kademesindekilerine teşekkür ediyorum. İstanbul gibi müjdelenmiş bir şehire başkanlık yapma onurunu bana yaşattılar."


Ayrıca şunları da söyledi: "Yüce rabbime hamd ediyorum. Böyle bir şehir bir başka şehir. Türkiye’deki tüm belediye başkanlarının abisi oldum. Bu şehir beni Dünya belediyeler Birliği Başkanı yaptı. İnsanlar çok şeyi affeder adam yerine konmamayı affetmez. İstanbullulara tekrar tekrar teşekkür ediyorum."


Özetle şöyle dedi: Beni İstanbullular seçmedi, zaten genel başkanım seçti, şimdi de o istifa et diyor ve gidiyorum. Araya da bir yakınma gibi "adam yerine konmama" lafı yerleştirdi Topbaş, kim koymadı, ne oldu, bunu kuru bir teşekkür dışında açıklama "nezaketini" İstanbullulardan 4 milyonun üzerindeki seçmeninden kolaylıkla esirgedi. Topbaş, gönül koymayın dedi İstanbullulara, gönül koymak değil aslında seçmen, adam yerine koyulmamaktan mustarip, aynı kendisinin şikayet ettiği gibi. Ama kimin umurunda?

Yanıt basit: Kimsenin umurunda değil, aslında bunu beklemek de "normal" değil. Normal olan Türkiye'nin bir iki dudak demokrasisi olduğu gerçeğini her olgu ve benzeri olayda asla unutmamak. Kendilerini aday yapan kişiye olan bağlılık ve yükümlülük, "dava"ya adanmışlık sosuyla servis ediliyor hemen her partide, sonra da bir "metal yorgunluğu" teşhisiyle milletin emanetini istenen kişiye bırakıyorsunuz geriye,kuru bir "3 dönemdir bana güvenen ve yetki veren İstanbullular'a teşekkür ediyorum" sözü kalıyor. Bir de kendi yerine atanan büyükşehiri yönetmek için hiçbir seçmenden oy almamış kenti yaklaşık 1,5 yıl yönetecek bir tür kayyum!

"Metal yorgunluğu" salgınının başka kentlere de bulaştığını görüyoruz. Sadece Büyükşehirler de değil üstelik. Hastalığa yakalananlar için göreceksiniz kendilerini oraya aday gösteren kişiye/iradeye "dava"ya inanmış kişiler olarak sadakat/bağlılık önde yer alacak, seçmenin iradesi değil. Bu durum, "seçmen zaten sana değil lidere, partiye oy veriyor öncelikle" denilerek bir de gerekçelendirilecek, yerel seçim yerel aday özelliği bile hiçe sayılarak. 

Türkiye'de hemen her düzeyde itaat ve sadakat, demokratik kültür, ehliyet ve liyakatin önünde yer  alıyor. 


Bunun son örneğini Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek'te yaşayacağız. Bakın onu seçen irade bunu zaten beyan etmiş"Bazı arkadaşların kenar köşe yazdıkları, ‘Seçimle gelen, seçimle gider’ veya ‘Sandıkla gelen sandıkla gider’ lafları var… Kusura bakmasınlar da; seçimle gelen seçimle gider ama bunlar bağımsız seçimle gelip bağımsız seçimle gitmiyorlar. Bunlar tabii ki bir iradenin yaptığı ön seçimler vesaire neticesinde buralara geliyorlar. Ve yani, siz 20 sene, 23 sene, 24 sene belediye başkanlığı yapacaksınız, bazı yerlerde üç dönem belediye başkanlığı yapılacak… İlanihaye buralarda kalınacak diye bir şey yok. Bugüne kadar partinin yönetimi, devamı istikametinde eyvallah demişse, her türlü desteği vermişse; şimdi de kalkıp eğer böyle bir irade ortaya çıkmışsa…(...) 
Bazı arkadaşlarımızın bence bundan rahatsızlık duymaması, tam aksine, bizim yönetimimiz eğer böyle bir karar verdiyse, verecekse, o konuda İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanımızın yaptığı gibi o nezaketi gösterir. Dolayısıyla bu hareketi güçlendirir."


Görülüyor ki Gökçek'ten ve diğer istifası istenen belediye başkanlarından da kısa bir zaman sonra "dava"ya kendini adamış olarak kendisini oraya atayan/seçen "iradeye" teşekkür ile bir veda dinleyeceğiz. Kişiliğe özel sorun çıkarma potansiyeli taşısa da kimileri, kısa vadede bunu görme şansımız olmayacaktır, eğer "nezaket" göstermezlerse akçeli işler, dosyalar derken bir anda kendilerini, "ihanet" damgası ve "hain" sıfatıyla başka bir boyutta bulabileceklerini iyi bilirler. Sonrası ise o kişinin gücü ve sorun çıkarma potansiyeline bağlı görünüyor.

AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan "seçimle gelen seçimle gider ama bunlar bağımsız seçimle gelip bağımsız seçimle gitmiyorlar. Bunlar tabii ki bir iradenin yaptığı ön seçimler vesaire neticesinde buralara geliyorlar. " dediği zaman "hangi ön seçim, o zaman da "bir irade" sizdiniz, sonra da; gerçek bir ön seçim hiçbir zaman AK Parti'de yapılmadı ki. Hele başlangıçta partililerin kullandığı oylar bile sayılmıyor, çuval içinde genel merkeze yollanıyor, sonuç ancak kimin aday olduğu açıklandığı zaman öğrenilebiliyordu. Size rağmen birinin aday olması seçilmesi bir kez bile mümkün olabildi mi?" diye sorabilecek bir gazetecinin bile bulunmadığı, bulunamadığı ve bu gidişle bulunamayacağı bir medya ortamının da iki dudak demokrasisinin temel bir bileşenine dönüştüğüne dikkat çekmek gerekir.  

Bütün bunların milli irade, sandıktan çıkmak, seçmen iradesinin kutsallaştırıldığı, vesayet eleştirilerinin en yoğun olduğu, neredeyse her gün tekrarlandığı zamanlarda yaşanıyor olması, Türkiye'de söylem ile eylem arasındaki inandırıcılık mesafesinin ne kadar açıldığına da gösteriyor.

Son yaşanan ve yaşanacak belediye başkanlarının istifa süreçleri (metal yorgunluğu salgını) Türkiye'nin problemlerinin temelinde yatan iki dudak demokrasisi gerçeğinin altını yine kalın bir çizgiyle çizdi. Hemen her siyasi partiye büyük oranda egemen olan bu yapı, milli iradeyi baştan sakatlayan bu düzen, Anayasal ve yasal düzeyde çözülmeden demokrasimizin çapı, lider sultasının eline, insafına terk edilmiş olmayı sürdürecektir. 

Demokrasicilik oyununu oynamaya devam...

06 Temmuz, 2017

İki açıklama!

Kapatılan FP ve sonrasında da AKP Kurucu Üyesi ve Ankara Milletvekili olan Ersönmez Yarbay, AKP içinde yer almasına karşın, partinin kuruluşundan itibaren parti içi demokrasiyi savunan tutumuyla, farklılığıyla biliniyor. Yarbay, son olarak düşüncelerini, ‘Cumhurbaşkanlığı Sistemi (Yağmurdan Kaçarken Doluya Tutulmak)’ adlı kitabında dile getirdi. Halen AKP içinde yer alan ancak parti ve ülke içi tam demokrasi isteyen, Yarbay’ın son günlerdeki sıcak tartışmalara ilişkin görüşleri şöyle:

-Önce tüzüğü değiştirdiler: Biz FP’nin kapatılmasından sonra AKP’yi kurduk. O dönemde beni davet ettiklerinde ben parti içi demokrasi olacaksa kurucu olabileceğimi söyledim. Gerçekten de çarşaf listenin olduğu, parti yönetimlerinin genel başkan değil, parti teşkilatı ve kongrelerde belirlendiği demokratik bir tüzük yazdılar. Ancak iktidara gelir gelmez, hemen olağanüstü kongre toplayıp tüzükteki bu demokratik maddelerin tamamını kaldırdılar. O kongrede ben bu tüzük değişikliklerine tek başıma muhalefet ettim.

Gül ve Arınç'ı uyardım: Şimdi tek adam tartışmaları var. Ben tüzükteki demokratik maddelerin değiştirilmesinin tek adamlığa gidiş olduğunu ta o zaman söyledim. Benim muhalefetimin nedeni de buydu. Hatta bizzat o zaman gidip Abdullah Gül’e de Bülent Arınç’a da bunu söyledim. Onları, ‘Bu değişiklikler tek adamlığa gidiştir. Hep birlikte engel olalım’ diye uyardım. Ancak onlar, ‘Şimdi parti içinde görüş ayrılığı zamanı değil, birlik beraberlik zamanı. Bunların zamanı değil’ diyerek sustular. Şimdi yıllar sonra tek adamlıktan yakınanlara yıllar önce yaptığım uyarıları dinlemediklerini hatırlatmak isterim

Bu sözleri özellikle "iki dudak demokrasisi" çerçevesinde buraya not düşüyorum. Ayrıca daha önce atladığım Kılıçdaroğlu'nunşu sözleri de not düşmek gerekir diye düşünüyorum.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun bu sözlerini biraz gecikmeli de olsa buraya kayıt düşelim. Bu sözün parti içi demokrasi ve siyasi partiler yasası ile ne derece uyumlu olduğunu da sorarak...

"Bütün baskılara, saldırılara rağmen, silahlı ve silahsız, bütün eşit olmayan koşullara rağmen bu ülkenin seçmenlerinin yarısı sandığa gitti ve demokrasiden yana tavır koydu. Bu olağanüstü değerlidir. Bu değeri korumak her CHP'linin boynunun borcudur. Parti içi mücadele, parti içi kavga... Parti içi kavgaya asla izin vermeyeceğim. Kavga edenleri gerekirse kapının önüne koyacağım."  (2 Mayıs 2017 TBMM Grup konuşması) Link için tıklayın.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails