20 Temmuz, 2007

“İki dudak demokrasisi” Hollanda’da

Hollanda’da 29 Mayıs tarihinde yapılan senato seçimlerinde, partisi’nin de beklemediği bir biçimde bir Türk, ilk kez senatör seçildi. Bu Sosyalist Parti’nin(SP) lideri ve üst yönetimini şok etti. Çünkü alt sıralara nasıl olsa seçilmez diye koydukları Düzgün Yıldırım, tercihli oylarla senatoya seçilmeye başardı. Şimdi onu partisinden atmak istiyorlar.

Türk asıllı ilk senatör olan Düzgün Yıldırım, 12 Haziran’da yemin edip göreve başlamasına rağmen partisinin "Görevi bırak" baskısına maruz kalıyor. Hatta SP lideri Jan Marijnissen, "Eğer görevi bırakmazsa partiden atacağız" diye tehdit ediyor.

Sosyalist Parti, parlamentonun 150 üyeli Temsilciler Meclisi kanadında 25 ve Senato kanadında da 12 üye ile temsil ediliyor. Hıristiyan Demokratlar, İşçi Partisi ve CU Hıristiyan Birlik partilerinden oluşan koalisyon hükümeti senato da çoğunluğa sahip. SP ise 12 üyeyle dördüncü durumda.

Anlaşılan o ki, “iki dudak demokrasisi” her yerde egemenliğini kurabiliyor. Tercih sistemiyle bu egemenliği kırsanız da, bu kez partinizden dışlanmakla karşı karşıya kalıyorsunuz.

22 Temmuz seçimleri arifesinde yaşanan bu olay bana bizim gerçeğimizi tekrar anımsattı: Liderlerin vekilleri olarak parlamentoya seçilecek ve milletten sadece “onay” alacak olan bizim “milletvekillerimiz” de aynı biçimde iki dudağın insafına, hoşgörüsüne kalmış durumda. Listelere “konmayan” milletvekillerine bir inceleyin, “muhalif” olmanın bedeli nasıl ödettiriliyor görürsünüz.Yıldırım, seçimde listenin 18’inci sırasında olmasına karşılık tercih oylarıyla 4’üncü sıraya yükselip seçilmeyi başarıyor. Biz de bu şans da yok. Lider ve yanındaki ekibi sizi, “çeşitli” kriterlere göre eliyor. Milletin onayına sunmak için.

Ama bir kriter var ki, onsuz olmuyor: Sadakat.

Liyakat sadakata kurban verilirken, itaat siyasetinizin temel düsturu oluyor. Ve temsil ettiğinizi zannettiğiniz, milli irade, genel başkanların iradesi ile yer değiştiriyor. Böylece sadece liyakat değil, “milli irade”de liderlerin hegomonyasına kurban ediliyor.

Anlaşılıyor ki, sadece Türkiye’de değil, Hollanda’da dahi, siyasi partiler, “parti disiplini” adı altında küçük krallıklara dönüşmüş.

Lider oligarşisinin, tüm parti yönetimine sindiğini gördüğümüz bu örneği Türkiye, nerdeyse her gün yaşıyor: Ön seçim yapmadan, “merkez yoklaması” denilen bir garabetle milletvekilleri belirlendi. Lider ve ekibi seçimlerin birinci turunu yaptı. Pazar günü biz ikinci turda seçtiğimizi sandığımız milletvekillerini sadece “tasdikleyeceğiz.”

“İki dudak demokrasisi”ne dönüşen siyasal sistemimizde bir seçim “oyunu” daha oynayacağız.

Bu arada Düzgün Yıldırım, partisi atsa da bağımsız veya başka bir partide senatör olma şansına sahip. Belki mücadele ederse Sosyalist Parti’ye “demokrasiyi” öğretme şansı olabilir.

Ya Türkiye’deki durum? Heveslenmeyin, bizim hiç şansımız yok.

Bu Siyasi Partiler Yasası yerinde durdukça…

19 Temmuz, 2007

AKP seçimi neden kazanacak?

Seçime 3 gün kaldı. Siyasette 24 saat bile uzun bir süredir, ancak artık sonuçları değiştirecek çok dramatik bir gelişme ve seçmenlerin kanaatlerini doğrudan etkileyecek bir adım atılacağını sanmıyorum. Anketlerde biraz abartılı da çıksa, sonuç artık belli oldu: AKP açık ara seçimi kazanacak.

Üstelik tek başına iktidar olma şansı da çok yüksek. Ve bir olmayanı da başarabilir, iktidardayken oy oranını da artırabilir. Genelde seçim sonrasında “neden kazandı?” diye bir analiz yazılabilirdi. Ama görünen köy kılavuz istemiyor, 23 Temmuz sabahı bizi bir sürpriz beklemiyor.

Neden AKP kazanacak?

Üstelik işsizlik, gelir dağılımı, terör, asayiş konularında kitleleri etkileyecek bir iyileşme yaşanmadığı halde, hatta dış politikada geniş kitleler tarafından “ödün” diye algılanan adımlar atılırken.

Neden, üstelik oylarını artırarak tekrar AKP kazanabilir?Bir değil, birçok sebebi var. Sayacağım bu sebeplerin, kişilerin oy verme davranışına etkisi farklı düzeylerde, ancak birkaçının veya tümünün etkisi altında kalan kitleler, 22 Temmuz’da AKP’ye bir kez daha önemli bir “iktidar” fırsatı tanımaya hazırlanıyorlar. Bu fırsatın değerini ne kadar bileceği, bilip bilemeyeceği ayrı bir tartışma/yazı konusu.

Halkımız 2002 yılında %34.4 oranında AKP’ye oy verdi. Ve bu oy 2004 yılında yerel seçimlerde % 41’i aştı. AKP seçmeni diyebileceğimiz bir kitle “sosyolojik” olarak net bir tanıma sahip olmasa da, artık var. Partilerine bağlılık oranı yapılan farklı araştırmalarda %70-80 aralığında seyrediyor. Üstelik AKP çok yeni bir parti, bu birçok partiye göre oldukça yüksek bir oran. Partiye oy verenlerin sadakati, partilerinden vazgeçmemesi, AKP’nin zaten seçim yarışına çok önden başlamasını sağlıyor.

Neden vazgeçmiyorlar ve AKP neden yeni seçmen kazanıyor?

Bu sorunun yanıtı sadece AKP’nin becerisinde değil, özellikle muhalefetin “beceriksizliğinde” saklı. Belki de en önemli etkenler son birkaç ay içinde yaşanalar da aranmalı.

Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde Meclis’te yaşananlar, 367 şartının ilk kez aranması, Anayasa Mahkemesinin kararı ve e-muhtıra, halkın önemli bir kısmının, özellikle AKP'ye daha önce oy veren seçmenin yeniden AKP’nin arkasında durmasına yol açtı.

Bu arkada durmanın önemli etkenlerinden biri de : Seçim ve adaylık sürecinde ana eleştirilerin Abdullah Gül'den çok, eşinin başındaki türbana ve dindarlığına (dinciliğine!) yönelik gibi bir “izlenimin” toplumda hakim olması, “muhalefetin” bu “havayı” dağıtmak yerine, beslemesidir.
CHP’nin stratejik olarak tüm muhalefeti arkasında toplama niyetiyle sürdürdüğü "laik-anti laik kutuplaşması", belli açılardan kararsız olan seçmenlerin bir kısmının AKP'ye yönelmesine neden oldu.

Toplumu ortadan ikiye bölme ve bir tarafında “ana muhalefeti” sahiplenme gayreti, aynı alandan oy alan MHP, DP, GP vd. küçük partiler yüzünden CHP için etkili bir seçim sonucuna bir türlü dönüşemedi. Bir tür polarizasyon içine sürüklenen seçmenler, bu ortamda farklı saiklerin etkisi altında davranabilecek duruma düştüler.

"Cumhuriyet mitingleri" ve sonrasında CHP’nin bu mitingleri “sahiplenme” ve “solda birlik” için bir katalizöre dönüştürme gayreti, çok parçalı “laik” blok arasında bir bölünme yaratırken, başka partilerde de büyük tepkilere neden oldu. Ayrıca bu süreçte sessiz kalan, anti laik olarak “nitelenen” muhafazakâr-dindar kesimler, Anadolu’da bu “kutuplaşmaya” tepkisini gösterecek bir kanal-alan bulamadı. Sadece AKP mitinglerinde görünerek içine girdiği psikolojik yenilmişlik duygusundan çıkması mümkün olmayan bu kitlelerin, rövanşı sandıkta alma eğiliminde olduklarını söylemek çok yanlış olmayacaktır.

Bu kutuplaşmanın yarattığı kırılma, belki de AKP’ye oy vermeyecek, hatta vazgeçebilecek muhafazakar kesimlerin tekrar ona yönelmesine yol açacaktır. Bunu en çok besleyen etken, 27 nisan gecesinde Anayasa Mahkemesi kararını bile bekleyemeyen “askerlerin” yayınladıkları “e-muhtıra”dır. Mağduriyetin “sivil” tarafını, tamamen “askerileştirmiş”, siyasi mücadele, halkın geniş kesimlerinin gözünde tamamen “devletin” müdahalesine dönüşmüştür.

Bu süreci ve “mağduriyetin” kazanımlarını iyi değerlendiren AKP, bildiriye yanıt verme “cesaretini” göstermiş, alttan almadığı izlenimi de yaratmıştır.

Recep Tayyip Erdoğan’ın liderlik yetenekleri, “mağduriyeti” aşarak başbakanlığa gelmiş bir “mazlum” olması ve kendi kitlesi içinde kabul görmüş olan karizması da, seçmenini partisinde tutarken, kararsız ve yeni oy kullanacak seçmenler için de bir adres olmasını sağlamaktadır. “Meydan okuyan, Kasımpaşalı tavrı” geniş kitlelerde bir karşılık bulmaktadır. Yapılan anketler ve araştırmalar, AKP’nin tüm Türkiye coğrafyasından yüksek oranda oy alan tek parti olduğunu göstermektedir.

AKP’yi sadece kendi izlediği politikalar ve “mağduriyet” sandıkta başarıya götürmeyecektir. Özellikle muhalefet partilerinin izledikleri, hatta tercih ettikleri politikalar da seçmenin hem AKP’den vazgeçmesi için bir neden oluşturmamakta hem de yeni-kararsız seçmene bir alternatif yaratamamaktadır. Hatta AKP'ye karşı tek güçlü "muhalefet". başbakanın kendi "dili" olmuştur.

2002 seçimleri öncesinde yaşanan büyük ekonomik ve siyasi kriz sırasında Türkiye’de vatandaşa “adres” yokluğunda, adres olma şansı bulan AKP, şimdi bu kez de “gerçek” muhalefet yokluğunun şansını kullanacak görünüyor. Birçok yazar çizeri, seçmenlere “AKP’ye değil, CHP ya da MHP oy verin” telkinine yönelten “kutuplaşma”, diğer partilerin seçmenlerinin “iktidar” şansını nerede aradıklarını, sandıklar açıldığı zaman gösterecektir.

AKP karşısında “kutuplaşma”, yani negatif politika ve kampanya iletişimi dışında, geleceğe yönelik “umut” verecek proje siyasetini sergilemeyen muhalefet, üstelik rakibinin “mağdur”a dönüştürülmesine katkı sağlayarak, kendisine oy verilmesi için somut bir neden yaratamamaktadır. Vatandaşın algısını çözemeyenler, onu yönetemezler de.

Tüm seçim kampanyasını 3-4 ana tema üzerinde kilitleyen, “mazot, ip, fındık, gemi” tartışmalarıyla yetinen muhalefet, Türkiye’nin temel sorunlarını tartıştırma ve sergileme fırsatını kaçırmıştır. Sadece başbakanın sözleri/gafları üzerinden üretilen "reklam kampanyalarının" ise oya dönüşme sansı yoktur. Zaman iyi kullanılamamış, seçim günü gelip çatmıştır.

Siyasal iletişim bir ikna sürecidir. Ve iknanın temel koşulları güven ve inandırıcılıktır. 22 Temmuz, tüm liderler için bu anlamda da önemli bir sınav olacaktır. Ama en çok, CHP ve AKP liderleri için…

03 Temmuz, 2007

DP’den “demokratik parti” vaadi


Demokrat parti ses getirmese de, gerçekleştiğinde etkisi büyük olabilecek bir vaade seçim bildirgesinde yer verdi: Siyasi partilerin demokratikleştirilmesi. Bu bildirgenin benim için en önemli vaadini, “siyasi partilerin demokratikleştirilmesi” oluşturmaktadır. Sivil Anayasa kadar önemli olan bu vaat, Türkiye’deki “iki dudak demokrasisi”nin yarattığı tahribatın artık bildirgelere yansıyacak kadar kavranmaya başladığını göstermektedir.

Uzun zamandır anlatmaya çalıştığınız bir sorunu, bir partinin seçim bildirgesinde, ana hatlarıyla da olsa görmek, gerçekten heyecan verici.

Partilerin demokratikleştirilmesi, ülkenin gerçek bir demokrasiye kavuşmasının ön koşuludur. Bu vaadin çok önemli olduğunu, “Türkiye’nin önünü açabilecek” en önemli yasal ve yapısal değişikliklerden biri olduğu söylemek istiyorum. Siyasetten uzak duran “farklı” akılları, insanlarımızı siyasal sistemin içine kazandırmanın önündeki en önemli engel, parti-içi demokrasiyi yok eden “iki dudak demokrasisi”dir.

Türkiye’nin “vizyonu” 3-5 liderin ufkuna kilitlenmiştir. Milletin iradesini sakatlayan bu yapıyı aştığımız zaman, her düzeyde farklı ses, çözüm arayışları ve önerilerin partilerimizde yeşermesi, destek kazanması mümkün olabilecektir. Parti disiplininin çiğnenmesi, liderin karizmasının sarsılması, hizipçiliğin hortlaması, örgütçülerin partileri ele geçirmesi vb. endişelerle yıllarca, genel başkan ve yakın ekibinin emrine terk edilen partiler, yeniden “milletin-üyelerin” partisi olabilecektir.

Demokrat Parti “siyasi partilerin demokratikleştirilmesi” vaadinin gerekçelerini de ayrıntılı bir biçimde analiz ediyor: “Siyasal partilerin çoğu bir türlü, tabanın talep, yaklaşım ve isteklerinin üst yönetimlere yansıtılabildiği parti içi demokrasi mekanizmalarına kavuşturulamamıştır.Genelde bütün partilerin, tek finansman, tek örgütlenme, tek demokrasi anlayışını benimsedikleri Türkiye’de, parti programlarını ve tüzüklerini birbirlerinden ayırmak son derece güçtür. Birçok partide, bütün kararlar liderler tarafından alınmakta ve parti teşkilatları tarafından hiyerarşik yapıda alt kademelere dayatılmaktadır. Hiyerarşik yapılanmada, her aşamada katılım ve karar verme hakkı bir üst düzeye devredilmektedir. Hâlbuki demokratik katılımın katı bir hiyerarşik yapıda gerçekleşmesi mümkün değildir. Çağdaş demokratik sistemde esas olan, herkesin eşit koşullarda, karar alma mekanizmalarına doğrudan katılımıdır. Vatandaşla, birçok siyasetçi arasındaki iletişimin kopuşunun sebebi, halkın temsilcisi olması gereken siyasetçinin, yukarıda özetlediğimiz mevcut durumda, liderinin sözcüsü konumuna oturmasıdır. Üst yönetimdeki şeffaf olmayan yapı, doğrudan yerel düzeyde teşkilatlara yansımaktadır.”

Tabanı ve tavanıyla tam anlamıyla demokratikleşememiş siyasal partilerin, toplumsal
gerçeklerin farkında olmalarının mümkün olmadığı vurgulanan DP bildirgesinde, bu durumda da milletin sorunlarına akılcı çözüm önerileri geliştirmenin zorlaştığını belirtiliyor.

Mevcut ortamın, “popülizm”den başka bir şeye yer bırakmadığı gerçeğini DP kavramış görünüyor. Bu çerçevede de yapılan analiz ve öneri DP’den şöyle geliyor:
Ülkenin dağ gibi birikmiş temel sorunlarına çare bulmak yerine, cumhuriyetin temel değerleri, geleneksel değerlerimiz, bayrak, vatan, cumhuriyet gibi mukaddeslerimiz üzerinden milletimizi kutuplaştırmak suretiyle popülist oy avcılığı yapmak, Türkiye’deki siyasal partilerin çoğunun stratejik önceliği haline gelmiştir.

Öte yandan, demokratik katılım mekanizmalarına uzaklıkları itibariyle birbirinin aynısı olan birçok siyasal partinin, toplum nezdinde farklı olduklarını ispat için zıtlıkları ve gerginlikleri derinleştirme gibi bir yöntemde ısrarcı oldukları da aşikârdır. Bunun tabii sonucu, millete farklı çözüm önerileri sunmak yolunda yapıcı ve uzlaşmaya açık rekabet yerine, sorunları içinden çıkılmaz hale getiren çatışmacılığa ve münaferete sürüklenmeleridir.”

Ancak AKP ve CHP’ye, Siyasal Partiler Kanunu’nun yeni bir ruh ve anlayışla yazılmasıyla, siyasal hayatın demokratikleştirilmesine katkı sağlamaktan ısrarla uzak durdukları eleştirisini getiren DP, aynı eleştirinin kendi iktidarları dönemi için de geçerli olduğunu unutmuşa benziyor.

Bildirgesinde DP, AKP’nin Siyasal Partiler Kanunu’nda iktidarı döneminde yaptığı değişikliklerin, demokrasiyi genişletici değil, daraltıcı bir nitelik taşıdığını belirtirken, DYP iktidarları döneminde de aynı yolun izlendiğinin hatırlanmasında fayda vardır.

Bildirgelerinde siyasi partilerin demokratikleştirilmesine yer veren AKP ve DP’nin, başka bir ifadeyle, Türkiye’de demokrasinin çağdaş ölçülerde, demokratik kültürün kök salmasıyla mümkün olabileceğinin farkına varmış görünenlerin, seçimden sonra bu konuda atacağı adımlar, ciddi bir samimiyet sınavına yol açacaktır.

DP, barajı aşabilirse önerisindeki samimiyeti göreceğiz, ama AKP’nin bir baraj sorunu yok, hatta tek başına iktidarı yeniden zorladığı görülüyor. Bu konuda asıl sınavı AKP verecektir.

Milletin iradesini, liderlerin iki dudağı arasına teslim eden yasal yapıya son verilmesi, Türkiye’nin hemen her alanda önünü açacak, yeni yürek ve beyinlerin siyaset sahnesinde söz alması demek olacaktır. Gerçek “seçim” yarışı, ancak o zaman mümkün olacaktır.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails