30 Mayıs, 2007

Siyasette İnovasyon -I-

İş dünyası, 90’ların ortasından beri yeni bir kavramla dönüşüyor.: Birçok alanda kullanılan inovasyon. Yani, “yenilik”. Ama bu “yenilik”, her zaman kullandığımız anlamın çok ötesine geçen bir içeriğe-güce sahip. Aynı şekilde siyasette “inovasyon” derken, bildiğimiz anlamda “yenilik” anlayışını aşacak yaklaşımlardan söz ediyorum.

Siyaset dünyasına, iş yaşamından böyle bir kavramı uyarlamak kimilerini rahatsız edebilir. Liberal bir söylemin parçası olarak görülebilir. Günümüz dünyasında artık kimi olguları/sorunları çözümlemek için inter-disipliner yaklaşımlardan, multi-disipliner yaklaşımlara yönelen kişiler ise, inovasyonun siyasete de farklı bir bakış açısı getireceğini düşüneceklerdir.

İnovasyonu, “yenilik” kavramının ötesine taşıyan, “bilgi”yi yeni ya da eski, bir kaldıraç gibi kullanmasıdır. Bu açıdan siyasetçilerimizin inovatif bir bakış açısı kazanmaları ve inovasyonu kamunun, eğitim süreçlerinin bir parçası yapmaları, topluma yönelik olarak yaratıcı çözümler/ürünler geliştirilebilmesi için zorunludur.

Siyasette inovasyon kavramını kullanmamın önemli bir nedeni daha var: İş dünyasında yaşanan temel bir sorunun gittikçe siyasal yaşamımıza, siyasi partilerimize egemen olmaya başladığını düşünüyorum. Birbirini, ürünlerini taklit eden şirketler gibi, bırakın yenileşmeyi siyasi partilerimiz gittikçe “aynılaşıyorlar”. Söylemlerindeki farklılıklar, birbirinin benzeri parti programlarının içinde kaybolurken, Türkiye’nin temel sorunları karşısında yaratıcı çözümler önermekten uzaklaşıyorlar. O kadar ki siyasi yelpazenin sol veya sağında yer alan birçok partinin hızla merkeze yöneldiklerini, neredeyse ortak sloganları dillendirdiklerini görüyoruz.

Bunun birçok nedeni var: Ancak bu konudaki neden-sonuç ilişkisi yumurta-tavuk hikayesine dönüşmüş durumda. Kısaca tam neyin sonuç, neyin neden olduğunu kestirmek güç. Bu konuda da yapılmış ciddi bilimsel çalışmalar bir elin parmaklarını geçmiyor. Seçmen ve seçimlerle ilgili boyut üzerine yapılabilecek gözlemler, sorunu çözümlememiz için bize daha çok fırsat tanıyor. Son 10-15 yılda Türk seçmeninde belirgin oranda siyasal tercihlerini değiştirme ve % 25-30 oranında bir uçtan diğer uca giden, farklı partilere yönelebilme eğilimi belirdi. Önemli sayıda seçmen, oyunu, bir seçimden diğer seçime bambaşka adreslere yönlendirebiliyor. Eğilimini sandığa gitmeyerek gizleyebiliyor ya da "umursamazlık" biçiminde gösterebiliyor.

Oy akışkanlığı 2002 seçiminde zirve noktadaydı. %21’lik DSP, %1,5’luk bir parti haline dönüşürken, DYP, ANAP, MHP gibi güçlü tabanları olduğu düşünülen birçok parti %10 barajını bile aşamadı. Daha önce siyaset sahnesinde olmayan Genç parti ve Ak parti %40 civarında oy aldılar. Bu durum, genel seçimlerden farklı olarak belli ölçülerde değerlerin, yöresel etkilerin, adayların daha fazla rol oynadığı, yerel seçimlerde de(2004) çok değişmedi, sürdü.

Seçmen, 2002’de çeşitli nedenlerle tepki oylarına dönüştürdüğü siyasal tercihlerini, “konjonktüre” bağlı olarak farklılaştırabileceğini kamuoyu araştırmalarında çıkan "çelişkili" sonuçlarla doğruluyor. Partiye oy verenlerin sadakati, lider oy verenlere göre neredeyse hiç kalmamış görünüyor. DYP “köylü”, ANAP “kentli” partisidir, CHP “sol” partidir, MHP sadece “milliyetçilerden” oy alır, AKP “din” temelli bir partidir, gibi yaklaşımlar, artık seçmenin kararını analiz ederken kullanılabilecek klişeler olmaktan, çok uzun zaman önce çıktı.

Ayrıca “onlar bende de var", ya da “o ne veriyorsa ben 5 mislini veriyorum” rüşvetleri, kimi seçmen için geçerliliğini korusa da seçimin sonucunu etkileyecek olan “ikna” edici, “inovasyonu/yenileşimi” ifade etmiyor. Özellikle ekonomik sorunlar bağlamında yeni program oluşturma ve temel sorunlara çözüm geliştirme üzerinden giderek farklılaşamayan partiler, ya iktidarın uygulamalarını eleştirmekle yetiniyorlar ya da çok eski bir argümana yeniden dönüş yapmayı tercih ediyorlar: İdeolojik kamplaşma.

Şu anda 2007 seçimlerinin okuması, iki farklı kampın seçmen de bulacağı karşılık üzerinden yapılıyor: Laik-Antilaik, Milliyetçi-Bölücü. Alt gruplar da var. Ulusalcılar, AB’ciler, Liberaller, Komplocular vb…

Uygulanan ekonomik programın, toplumun siyasal karar ve tavır dinamiklerine yön verip vermediğini, kamplaşmanın oy davranışını/eğilimlerini belirleme gücünü ise seçim sonuçlarına bakarak göreceğiz. Ve bu kamplaşma keskinleşirken, “siyasette inovasyondan” söz etmek elbette mümkün değil. Görünen köy kılavuz istemiyor: Seçim kampanyalarında başarı, kendini topluma beğendirme ölçüsü, kimin daha milliyetçi, kimin daha laik, kimin daha bölücü ya da bölücü fikirlerin sahibiymiş gibi seçmene sunulmasında aranacak görünüyor. Yani, 2002'de yaşadıklarımızın bir yeni versiyonu.

Seçmen yine uzun zamandır, kamplaşma dışında neredeyse her anlamda “benzeşen” partiler arasında karar vermekte, “duygusal kararsızlığını” giderecek politikaları algılamakta çok zorlanıyor. Bunun bir sonucu olarak seçime katılım oranlarında Türkiye’de görülmeyecek düzeyde azalmadan söz edilebilir. Genelde %85’in altına çok inmeyen katılım, son seçimlerde %70’ler seviyesinde seyretti.

Herkese her ürünü, aynı şekilde satmaya çalışan bir şirket gibi davranan, kendini “konumlandıramayan” , hedef kitle analizlerini yapamayan partiler-liderler, ortak beklentileri/sorunları yakalama gayretiyle seçmenin temel sorusuna yanıt veremiyorlar: “Neden sizin liderinize/partinize oy vereyim?”

Bu kritik soruyu yanıtlamanın yegane yolu, ülkenin/seçmenin temel sorunlarına karşı “inovatif” bir programı, stratejik siyasal iletişimden yararlanarak sunmaktan geçiyor.

İnovasyon/yenileşim, temelde başkalarının daha önce önermediği, bulmadığı, kullanılmayan, olmayan bir şeyi sunmak, ya da varolan bir şeyi, işe yarayan “bambaşka” bir şeye dönüştürmektir. Siyasi rekabette öne çıkmak, yaşam kalitemizi, refahı artırmak için şu anda en gerekli olan, “olmayan” bir şeyi var etmek, hayal gibi görünse de…

Kırılma Noktası / Siyasal İletişim Gazetesi / 30.01.2007

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails