31 Mayıs, 2011

"İki dudak demokrasisi"nden, demokratik anayasa çıkmaz

AK Parti'nin bu seçimden birinci çıkacağı, tek başına hükümet kuracağı, ancak Anayasa’yı tek başına yapma çoğunluğunu elde edemeyeceği seçime kısa bir süre kala, mucizevi bir şey gerçekleşmezse, netleşmiş görünüyor.

AK Parti seçimi kazanacak, fakat daha önce “ileri demokrasi” başlığıyla seçim beyannamesinde yer verdiği, çözme iradesini göstereceğini ilan ettiği, adını “Kürt sorunu” olarak telaffuz etmekten uzun zamandır çekinmediği temel problemimizi, daha seçim sonuçlanmadan “çözmüş” görünüyor. Meydanlarda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan “Bu ülkede artık Kürt sorunu yoktur. Kabul etmiyorum. Bu ülkede Kürt kardeşimin sorunu var, ama Kürt sorunu artık yok.” demeye başladı. Diyebilir. Hatta “isterse” bu ülkede Kürt yoktur bile diyebilir.

Kimi gazeteciler, “yandaş/candaş” köşe yazarları bu durumu, seçim sırasında “zorunlu” görülen stratejik bir “milliyetçi” duruşla açıklıyor ya da eleştiriyor. Bu ve benzeri taktik veya stratejik adımların, aslında her zaman varolan ve sadece AK Parti liderliği için geçerli olmayan bir temel soruna işaret ettiğini, görmezden gelme eğilimi ise hala çok yüksek.

Türkiye’nin onulmaz bir “iki dudak demokrasisi” olduğu gerçeğini hep unutuyoruz. Aday belirleme döneminde konuyu 2-3 hafta yazıyor, tüketiyor, sonra kendimizi sanki bu yapı “çözülmüş”, etki ve sonuçları ortadan kalkmış gibi seçim kampanyasının ve sonucun analizine bırakıyoruz.

Bu seçim kampanyası sürecinde bir kez daha anlaşıldı ki “iki dudak demokrasisi”nden demokratik bir anayasa çıkmaz. Çünkü iki dudak demokrasisi’nde, ülkenin temel sorunlarını çözme cesareti ve basireti,  “iktidar”da kalma şansına kolaylıkla endekslenebiliyor. Bunun için lider ve ekibini ikna edecek, bir politik tercih veya “açılımın” seçimin kazanılmasını riske soktuğu verisini yansıtan 2-3 kamuoyu araştırması bile yeterli olabiliyor. Bu düzen, kişisel siyasal hedeflerin, heveslerin ülkenin asıl sorun ve beklentilerinin önüne geçmesine de kolaylıkla imkan vermektedir.

Türkiye’de demokrasinin kurumsallaşmasının önündeki temel engel olan bu yapı, askeri/bürokratik vesayet rejiminin hem sonucu hem de en güçlü bileşenidir. Askeri ve bürokratik vesayete karşı mücadeleyi, siyaset kurumun güçlenmesi olarak görenlerin ısrarla gözden kaçırdığı, burada atılan her adımın Türkiye’de en çok lider ve ekibinin “keyfi” otoritesini beslemesidir.

Siyasi partiler ve seçim yasasıyla, üstelik “sivillerin” 1980’li yıllarda yaptıkları değişikliklerle “güvence” altında olan bu sistem, sürekliliğini parti-içi demokrasiyi olanaksızlaştıran yasa maddelerine ve özellikle askeri rejimin getirdiği yüzde 10’luk seçim barajına borçludur12 Eylül darbecilerinin kurdurduğu MDP’nin milletvekili Ferit Melen’in ANAP’ın 1986 yılındaki siyasi partiler yasası değişikliği tartışılırken Meclis kürsüsünden sarfettiği şu sözler çok manidardır: “Eğer bir partinin bütün milletvekili adaylarını genel başkana veyahut merkez organına seçtirirseniz; o vakit sizin yerinize bu Meclis kapıkullarıyla dolar. Kapı kullarıyla da demokrasi olmaz arkadaşlar.”


Son yıllarda “iki dudak demokrasisi” iyice mükemmelleştirilmiştir. Örneğin siyasi partilere yapılan yardımlardan, parlamentoda temsil edilen büyük partilerin “görülmemiş” ittifakıyla, küçük partilerin yararlanması yasal olarak iyice imkansız hale gelmiş, devletin yüz milyonlarca liralık seçim yardımı sadece 3 parti arasında paylaştırılmaya başlanmıştır. Bağımsız adayların önüne fahiş adaylık ücretleri konmuş, zaten eşitsiz olan seçim yarışı televizyon reklamlarının serbest bırakılmasıyla küçük siyasi partiler ve bağımsız adaylar için daha da eşitsiz hale gelmiştir.  

Ancak en önemlisi uzun yıllardır her seçimin, tamamen siyasi parti liderlerinin ve küçük bir ekibin ya da kimi partilerde hapishaneden bile şiddet tehdidini elinin altında tutan “örgütün/önderliğin” onayladığı/atadığı milletvekillerinin halk tarafından tasdiklenmesi gibi bir aşamaya indirgenmiş olmasıdır. Bu nedenle Kürt sorununun Kürtler ve Türkler içinde bile farklı çözüm seçenekleriyle tartışılmasını, doğru algılanmasını sağlayamadık, binlerce cana mal olmasını da engelleyemedik.

Bütün bunları “istikrar” adına yaparken, sadece temsilde adaleti değil, aslında uzun vadede ülkenin istikrarını da yok ettiğimizi görmenin zamanı geldi de geçiyor. Kimilerinin “Kurucu Meclis” olarak nitelediği 12 Haziran sonrası oluşacak TBMM, aslında bu haliyle büyük oranda “Kurulmuş Meclis”tir.

Kemal Kılıçdaroğlu 18 Aralık 2010 tarihinde CHP Genel Başkanı seçilirken şunları söylemişti: “Milli irade diyoruz. Hangi milli irade? Sen liste yapıyorsun, partiler liste yapıyor vatandaşın önüne koyuyor. Ya oy verirsin ya da oy kullanmazsın diyor. Oy veriyor vatandaş, efendim milli irade tecelli etti. Bu milli irade değildir” Bir genel başkan ilk kez bu kadar açık, Türkiye’de oynanan “seçim oyunu”nu ortaya koydu, ancak kendisi de bu sözlerine rağmen milletvekili adaylarını belirlerken 20 civarında il dışında bütün Türkiye’de ön seçim yap(a)madı.

İki dudak demokrasisi, Türkiye’de sadece bütün siyasal sistemi, iktidarı ve muhalefetiyle etkisi altına almış değildir, aydınlar, gazetecilerin zihin dünyasında da sanki özel bir uzlaşmayla, ele “alınamayan” bir sorun muamelesi görüyor. Hatta AB’den Türkiye’ye yöneltilen demokrasi eleştirilerinin en “cılız” bölümü lider oligarşisine yönelik olanlardır. Bu yapı, o kadar kanıksanmıştır ki ; örneğin geçen yıl Mart ayında TÜSİAD gibi Türkiye’de güçlü bir işadamı örgütü, bu durumu yeniden çıkardığı derginin ilk sayısının kapak konusu yapmış, parlamentoyu 3 parti liderinden müteşekkil gösteren bu kapakla/fotoğrafla ilgili bir tek gazeteci çıkıp parti liderlerine tek bir soru sor(a)mamıştır.

Daha da ilginç olan, bu derginin yayınından yaklaşık 4 ay sonra toplanan 22. Abant Toplantısı’nda “Vesayet ve demokrasi” konusu ele alınmış, onlarca aydının katıldığı bu toplantıdan sonra yayınlanan 16 maddelik bildiride 60 yıl önceki Tek Parti ideolojisinden, etkilerinden, sonuçlarından bahsedenler, on yıllardır iktidarı ve muhalefetiyle bütün siyasal partilere egemen olan, ehliyet ve liyakatin, sadakat ve itaatle yer değiştirdiği “lider sultasından” ve sonuçlarından tek bir satırla dahi bahsetmemişlerdir.

Bu bildiriyi Taraf Gazetesi’nde aynı ay içinde yazdığım yazıda eleştirmiştim: Askeri/bürokratik vesayetten beslenenler, lider sultasına indirgenmiş, siyaset yapmayı belli kişi ve zümrelere boyun eğmeye dönüştürmüş bu yapı ile kol kola, Türkiye'nin yıllardır gerçek bir "demokrasi"ye kavuşmasını engelliyor. Üstelik iktidarda veya muhalefette olsun, tüm siyasi partilerin içinde yer aldığı değişmez bir suskunluk sarmalı bu. Anayasa'nın, mevcut yasal düzenlemelerin bile engel olamadığı "iki dudak demokrasisi" kırılmadan, "aydın" kitledeki "vesayet" algısı bu yönde bir dönüşüm geçirmeden, Türkiye'nin temsili bir demokrasi olarak nitelendirilmesi ve demokratik bir Anayasa yapması olanaksız. Anlaşılıyor ki bu ülkede demokrasi mücadelesi, önce bu ülkenin aydınlarının/elitlerinin beyinlerindeki “vesayeti” sorgulamayı başardıkları, cesur olmanın en az iyi fikirlere sahip olmak kadar önemli olduğunu kavradıkları gün bir merhale kat edecek.”

Kürt sorunun çözümü ve demokratik bir anayasa yapılması elbette askeri-bürokratik vesayetin geriletilmesi ve çetelerle mücadeleyle doğru orantılıdır. Siyaset kurumu güçlenmeden, siyasi partiler ve seçim yasaları, TBMM iç tüzüğü dahil demokratikleştirilmeden, seçim barajı düşürülmeden, uzun zamandır “vesayetin” en güçlü kaynağına dönüşen “iki dudak demokrasisi”nin sona erdirilmesi de olanaksızdır. Bunlar değişmediği sürece “kuvvetler ayrılığı” dengesinin yok olduğu, lider ve ekiplerinin insafına kalmış bir Meclis’te ne Kürt sorunu çözülür ne de “halkın yaptığı” demokratik bir Anayasa ortaya çıkabilir.

“İstikrar”ı, ısrarla temsilde adalete tercih edenler, milli irade ve demokrasiyi iki dudağın arasına hapsetmeyi “siyaset yapmak” ve siyasal kültürümüzün kaçınılmaz bir sonucu zannetmektedir. Bu yaklaşımın değişmeksizin sürmesinin 12 Haziran’dan sonra da hepimizi getireceği kaçınılmaz nokta, hem istikrarsızlık hem adaletsizlik hem de vicdansızlıktır.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails