30 Mart, 2010

TÜSİAD da sonunda gerçeği gördü

Dün bu konuları yıllardır birlikte tartıştığımız arkadaşımın telefonuyla öğrendim, TÜSİAD'ın "hidayete" erişini... Yıllar sonra Türkiye'nin bu temel sorununa TÜSİAD'ın ilk kez bu kadar "açık" bir biçimde dikkat çekmeye çalışması, beni oldukça heyecanlandırdı.

Türkiye'nin en etkili "sivil toplum" örgütlerinden birinin, daha önce yayınladığı birçok çalışmada sağa sola sıkıştırarak yer verdiği eleştirilerini, artık en açık biçimde lafı evirip çevirmeden dile getirmesi kayda değer bir gelişme.

Yeniden yayınladıkları yayın organları GÖRÜŞ dergisinin ilk sayısının kapak fotoğrafı ve yazısıyla on yıllardır bu ülkenin aşılmaz bir gerçeği/sorunu halini alan, "iki dudak demokrasisi"ni TÜSİAD yeniden gündeme taşıyor.


Benim "iki dudak demokrasisi" olarak kavramsallaştırdığım, neredeyse 10 yıldır çeşitli mecralarda konuşarak, röportaj vererek dikkat çekmeye, bu blogta ve çeşitli gazete ve yayın organlarında yazarak gündemde tutmaya çalıştığım sorun, şimdi tekrar tartışmaya açılmaya çalışılıyor.

Elbette, muhatapları(liderler) bu tartışmayı "görmezden" gelmeye, alıştıkları gibi "yok saymaya" çalışacaklar. Sadece onlar değil, uzun yıllardır bu "görünen" gerçeği bir türlü gündemlerine almayan "aydınların/gazetecilerin/bilim adamlarının" tutumu da ilginç bir gösterge olacak benim açımdan. Ve bakalım TÜSİAD ne kadar dirençli çıkacak, ısrarını sürdürebilecek mi bu konuda...

Aşağıda TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner'in Görüş dergisi'nin tanıtım toplantısında yaptığı konuşmadan seçilmiş bölümler yer alıyor. Şimdilik bir değerlendirme ve eleştiri yapmadan sunuyorum, bu sözleri. Gelinen nokta, hem TÜSİAD hem de Türkiye açısından çok önemli... Eğer sonuç alıcı bir düzeye ulaşırsa, "değeri" çok daha iyi anlaşılacak.

Boyner'in konuşmasından bölümler:

"Kendini tanımayan, içine kapalı, kaderine razı bir ülkeyken, gücünün ve potansiyellerinin farkında, dünya ile iç içe, kaderini eline alabilmek için mücadele eden ve bunu büyük ölçüde başaran bir ülke haline geldik.
Ancak ne yazık ki, demokratik standartlarımızda ve siyaset kültürümüzde köklü bir dönüşüm gerçekleştirmek üzere başlattığımız tartışmalarda aynı sonucu alamadık. Bazı mevzi ilerlemeler kaydedebildik ama siyasetin bütününü çağdaş demokratik bir yapıya kavuşturacak değişimi sağlayamadık. Hatta kimi konularda tartışa tartışa başlangıç noktamızın gerilerine düştük, kavramların içini boşalttık.


Ne zaman Anayasa’da köklü bir değişiklik gerektiğini ortaya atsak, parlamento içi uzlaşmanın sağlanamadığından dem vuruluyor. Bize göre bu uzlaşmazlığın temelinde parlamenter sistemin iki temel unsurundaki zafiyet yatıyor.
•Demokratik standardı son derece tartışmalı bir siyasi partiler yasası
•Seçmen iradesinin meclise yansımasını tesadüfe bırakan bir seçim yasası


...demokratikleşme önerileri içinde sürekli yer almasına rağmen bir türlü Türkiye’nin, siyasetçinin ve aslında liderlerin gündemine giremeyen bir konuyu detaylarıyla işliyor: Siyasi Partiler ve Seçim Yasalarında Reform.

TÜSİAD olarak yıllardır bu konuyu siyasi partilerin gündemine getirmeye çalıştık. OLMUYOR. Herkes Anayasa tartışmalarına kilitlenmişken, biz tekrar kuvvetli bir şekilde kamuoyunun önüne bu konuyu getirmek istiyoruz. Çünkü bu konu, bizce siyaset kurumunun kendisinden beklenen reform yeteneğini kısıtlayan, vasatileştiren, arzu ettiğimiz Anayasal ve yasal reform sürecini verimsiz kılabilecek bir engel niteliğinde. O yüzden bizim açımızdan bir demokratikleşme paketinin en önemli unsuru ve belki de ön şartı.

Çok basit ifade etmek istiyorum: bugünkü siyasi partiler düzenlememiz lider odaklıdır. Lider ne derse onu yaparsınız, lider kimi seçerse onu komisyonlara koyarsınız, lider kimi seçerse onu aday gösterirsin, lider sizi beğenmezse partiden uzaklaştırırsınız, liderin klanı vardır, liderin polit-bürosu vardır.
Böyle bir yapıyı savunursunuz, “bu seçmen kendi haline bırakılınca kimi seçeceği belli olmaz” dersiniz ve polit-büroda uygun adayları tespit edersiniz. Parti içi demokrasi gerçekleşmez, doğal olarak parlamento içi demokrasi tesadüfe kalır. Böyle bir yapıdan bir de hükümet çıkarırsınız ve lider ile arkadaşları yürütme ve yasama erklerini birbirinin içine geçmiş bir şekilde bizim adımıza kullanır…
Bu yapı neredeyse hatırlayabildiğimiz geçmişten bu yana hep böyle geldi. Seçmenin tanımadığı ancak liderin çok yakından tanıdığı milletvekillerimiz oldu.



Bunun bir iyi yanı oldu, seçmen milletvekilini tanımadığı için peşinden koşamadı, hesap soramadı, milletvekillerimiz de rahat rahat çalışma fırsatı bulabildiler. Böyle bir yapı doğal olarak parlamento içi uzlaşmayı sınırlayan en önemli unsurlardan biri. Bir istatistik verip diğer konuya geçeceğim. Son on yılda, kanunlaşan düzenleme taslaklarının yüzde 95’i bakanlar kurulu tasarısı olarak gerçekleşmiş. Yani yasama sürecinin sahibi milletvekillerinin teklifi ile kanunlaşan kanun taslakların oranı sadece yüzde 5!!!

Şimdi bu tabloya bir de yönetimde istikrar adına savunulan seçim barajını eklemek istiyorum. Öncelikle hemen hatırlatalım, aşağı yukarı her konuda referans aldığımız, çağdaş demokrasilerde özellikle AB bölgesinde böyle bir baraj düzeyi yok, hatta demokratik standartları tartışmalı bir çok ülkede de maalesef böyle yüksek bir baraj uygulaması yok. Bizde niye yüzde 10 barajı var? Üstelik yüksek baraj uygulaması bir askeri müdahale ürünü de değil… “Sivil İktidar” döneminde yükseltiliyor Türkiye barajı.

Yine aynı liderler istikrar sözcüğünden bahsediyorlar, herhalde kafalarında oluşturdukları bir ideal seçmen tercihi şablonu var. Yüzde 3’lük, 5’lik, 8’lik tercihlerin kayda değer olmadığı kanaatindeler; üstelik parlamentoda bulunmaları durumunda çatlak ses çıkartacaklarını, iç içe geçmiş yasama-yürütme sarmalını bozacaklarını düşünüyorlar. Çağdaş demokrasilerde son derece meşru zemin bulmuş koalisyonların askeri müdahaleyi tetikleyeceği düşüncesine kadar uzanan, sağlıklı olmaktan çok uzak bazı görüşleri bile duymak mümkün.

01 Mart, 2010

Önceliğimiz “irade”sini millete geri vermek…

“… paradigma tartışmaları
daima gelip şu soruya dayanır:
hangi sorunları çözmüş olmak
daha önemlidir?”

Thomas S. Kuhn

Önceliklerimizi iyice şaşırdık. Tartışma nerede başlıyorsa, oradaki sorunu çözmenin önceliğimiz olduğunu zannediyoruz. Rafa kaldırılan Yargı reformu da gündemimize yeniden böyle girdi. Aslında reform talep edenlerin temel bir kaygısı var, Türkiye’de gerçek “demokrasiyi” kurumsallaştırmak, her türlü “vesayeti” bir biçimde sona erdirmek…

Vesayet tartışmaları, Türkiye’nin temel kurumlarının içinde bulunduğu çelişkilerden kaçınılmaz olarak etkileniyor. Örneğin yasama, yürütme ve yargı arasında varolduğu söylenen ve Anayasamızda belirlenen “kuvvetler ayrılığı prensibi” Türkiye’de uzun yıllardır aslında olmayan bir prensiptir. Yasama neredeyse tamamen yürütmenin emrindedir. Yürütme ne derse, yasama adeta “tasdik” makamı gibi işler. Çok nadir yapılan gizli oylamalarda yürütmeye rağmen bazen farklı bir sonuç çıkmaktaysa da bu o kadar nadir olur ki, yasamanın bağımsız olduğunu savunanlara “malzeme” olmasının dışında bir sonuç doğurmaz.

Sacayağının yargı bölümünde ise, Türkiye’de aynı kurumlardan farklı “siyasi” kararların çıktığını görebilirsiniz. Örneğin en yüksek yargı kurumu Anayasa Mahkemesi bile, “laik cumhuriyeti koruma ve kollama” saikiyle hareket etmekten kendini alamazken, nedense “demokratik cumhuriyeti” koruma ve kollama konusunda aynı hassasiyeti göstermeyebilmektedir.

Yargı ülkemizde görece bağımsız ama “tarafsız” değil, taraf olduğu konularda da yürütmenin politik uygulamaları üzerinde denetleyici bir kurum olmaktan öte sıklıkla “engelleyici” bir işleve bürünüyor. Sadece vicdanına karşı sorumlu olması gereken yargıçlar, ülkedeki askeri/bürokratik “vesayeti” besleyecek ve ondan beslendiğini gösterecek nitelikte kararlar alabiliyor. Toplumun adalet anlayışı büyük yaralar alabiliyor.

Yargının bu durumu karşısında “reform” yapmak isteyen, hatta kendisine karşı “savaş” açıldığı izlenimi yaratan hükümetin (yürütme) tuttuğu yol, yaşadığımız sorunları daha da içinden çıkılmaz bir hale sokabilir. Hükümet, birbirinden tamamen bağımsız olması gereken üç gücün bu “bağımsızlıklarını” korumak, (tarafsızlıktan önce bağımsızlık) ayrı güçlerin tek bir devlet organında toplanmasını önleme yolunda güvence yaratacak bir uygulama yerine, neredeyse her şeyin tek bir kişinin/gücün elinde toplanmasına yol açabilecek bir reform paketini tartışmaya açmaktadır: Anayasa Mahkemesi ve HSYK üyelerinin büyük bir kısmını “parlamentonun” ataması/seçmesi…

Bu reform, belki milletvekillerini gerçekten halkın seçtiği “demokratik” ülkeler için geçerli bir uygulama olabilir. Hatta birçoğunda uygulanmaktadır da. Ancak bir “iki dudak demokrasisi” olan Türkiye için geçerli değildir. Milletvekillerini tek tek belirleyen 3-5 lider ve ekibi, parlamentonun seçeceği yargıçları da tek tek belirleyebilecektir. Yargının “bağımsızlığı” iyice tartışmalı bir hale gelecektir.

Milletin iradesini ikincilleştiren, yok eden, milleti basit bir tasdikçi konumuna indirgeyen Siyasi Partiler Yasası’nı değiştirmeden yapılacak böylesine ağır bir yanlış, Türkiye’de demokrasinin, güçler ayrılığı dengesinin her düzeyde yok olması anlamına gelecektir.

Reform yapacaksak, öncelikleri şaşırmayalım. Sıra bellidir, önce Siyasi Partiler ve Seçim Yasası değiştirilmelidir. Siyasi partilerde önce parti-içi demokrasi işlemeli, lider ve ekiplerinin iki dudakları arasından milletvekillerinin seçilmesine son verilmelidir. Milletin iradesini sakatlamayan, tümüyle yansıtabileceği yargı teminatına sahip bir siyasi partiler düzeni kurulmalıdır.

İkinci önemli adım ise Arend Lijphart’ın deyimiyle “İmal edilmiş çoğunluklar yaratan” ve Anayasa’nın “Seçim kanunları, temsile adalet ve yönetimde istikrar ilkelerini bağdaştıracak biçimde düzenlenir” hükmünü ayaklar altına alan % 10’luk seçim barajıdır. Burada da lafı çok dolandırmaya gerek yok, adres belli: Seçim barajı, Venedik Komisyonu kriterlerine(%3-5) göre düzenlenmelidir.

Bu yasal düzenlemelerin ardından yapılacak seçimle oluşacak TBMM ve toplumun tüm kesimleri, birlikte, tam demokratik bir Anayasa yapmalıdır.Tam demokratik Anayasa ile ortaya çıkan artık bir reform değil, Türkiye için ciddi bir “paradigma” değişikliğidir.

Bu paradigma, gerçekten milletin iradesine dayanacağı için, askeri-yargısal-bürokratik oligarşi karşında parlamentonun atacağı her adımın meşruiyeti hiçbir biçimde tartışılamayacaktır.

Üstelik yaşananaların doğrudan AK Parti iktidarıyla bir ilgisi de yok. AK Parti iktidarı, “yargı reformu”nu şu anda işine gelen bir “araç” gibi değerlendirebilir. Fakat kimse ila-nihaye iktidar da kalacağını düşünmemelidir. Yarın, bir gün iktidardan düştüklerinde en çok yakınacakları konuların başında, yapmaya çalıştıkları bu “yargı reformu” gelecektir.

Siyasi partiler ve seçim yasası tam anlamıyla demokratikleştirilebilirse milletin iradesi, siyaset yapanların hakları, yargının teminatında olabilirse, milletin vekilleri, “iki dudağın” icazetiyle değil, her zaman milletin oyundan aldıkları güçle hareket edebilirler. Yargı da parlamento tarafından seçilen üyeleriyle, milletin iradesi ve sağduyusunun kendilerine yansımasıyla her türlü vesayetin karşısında daha güçlü ve dirençli olabilir.

Elbette bu paradigma değişikliği ile Türkiye birden bire güllük gülistanlık olmayacaktır. Siyasal kültür birden bire değişmez. Ancak “zaman” artık boşa işlemeyecek, demokratik zihniyet değişikliğini besleyebilecek, kurumsallaşmayı artırabilecek bir ortam doğacaktır.

Türkiye’de mücadelesini verdiğimiz temel paradigma değişikliği ve önceliğimiz, “milli egemenliği” basit bir duvar yazısına dönüştüren her türlü vesayetin son bulmasıdır: Ne askerin, ne yargının, bürokratik vesayeti ne de siyasi parti genel başkanlarının (liderlerin) “sivil” vesayeti.


Notlar
Lijphart Arend, “Demokrasi Motifleri”, 2006
Kuhn Thomas S., “Bilimsel Devrimlerin yapısı”, 1982

(01/03/2010 tarihinde Radikal Gazetesi "Tartışı-Yorum" köşesinde yayımlandı)

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails