12 Aralık, 2007

Kumdan “kaleleri” savunmak…

Başbakanlık, Meclis Başkanlığı, Cumhurbaşkanlığı, Merkez Bankası, Bakanlıklar, Müsteşarlıklar, vd. şimdi de YÖK Başkanlığı “kaleler” bir bir düşüyor, deniliyor. Kaleler…

Düşünüyorum da Attila İlhan hayatta olsaydı, “Hangi Kale?” diye bir kitap yazar mıydı, acaba? Aslında uzun yıllardır bürokrasimizi, devlet yapımızı “kaleler” halinde kafalarında bölenler/paylaşanların, şimdi düştü, düşürüldü diye görmeleri kadar doğal bir şey olamaz.

Birileri için “kale” olan yerlerin, yine birileri için zapt edilecek, ya da işgal altındaki yerler olarak algılanması, demokrasimizi de “kaleleri düşürme” mücadelesinin bir aracına indirgedi.

Bir demokrasi içindeki partilerin mücadelesi, icraatları, vaatleri, kadro tercihleri “devrim - karşı devrim” perspektifine oturtulursa, sadece oradan “okunursa”, örneğin her atananın eşinin başörtüsü o kişinin göreve “uygunluğu” için temel ölçü olursa, getirilen eleştirilerin ciddiye alınacak bir yanı kalır mı?

Aynı ülkede yaşıyoruz, kimileri köşelerinde bir o kaleyi düşürüyor, bir o kaleyi koruyor, sonra tekrar düşürüyor, kale bitiyor, surların mücadelesini izliyoruz, bayrak dikenleri de bekliyoruz burçlara çok yakında…

Askeriyeyi düşmeyen ve aslında hedefteki tek “kale” gören/gösteren zihniyet, bu tavrıyla bile en çok bu kuruma zarar verdiğini, yıpratıcı bir tartışmanın odağına oturttuğunu, bile göremiyor.

İlk kurtulmamız gerekenler, bu “kaleler ve kaleciler zihniyeti”, bir yanda düştü diye edebiyatını yapan bir yanda da “düşürdük” zannedenler…

Bu sakat bakış açısı asıl oynanan oyunun, çok uzun yıllardan beri hemen her iktidar döneminde yaşananların, basite, 3-5 “kaleye” indirgenerek görülmesini engellemektedir. Kalenin ardı “büyük planlar”, “iddialar” arasında kaybolurken, basit, ama derine nüfuz eden ve bir geleneğe dönüşecek denli etkin olanları konuşmuyoruz.

Asıl hesaplaşmayı yapmıyoruz, yapamıyoruz.Ve bir türlü devletin her yanına bulaşmış, hatta sinmiş bir hastalıktan söz edemez hale geldik: Patronaj.

Hiçbir iktidarın diğerinden farklı bir uygulama sergilemediği bir gerçeği, “kale düştü, kaldı” tartışmaları içinde geçiştiriyoruz. Çünkü herkes “bir gün elbet benim de zamanım gelir” diye, ya bir köşede bekliyor ya da bir gün, o zaman gelmiş ve ondan beslenmiş, semirmeyi sürdürüyor.

Patronaj, kayırmacılık (kliyentalizm), kollamacılık, bugün siyasal sistemimize ve devlet düzenimize egemen olmuş durumda. Türbanlı eşlerin peşine düşenler, liyakati neredeyse tartışmamaktadır bile. Hele atananın eşinin başı bir de açıkça değme gitsin!

Halbuki her şeyi liderlerin iki dudağına indirgeyen siyasal sistemimiz, askeri ve bürokratik bir vesayet değil, aynı zamanda “sivil” bir vesayet altındadır. O kadar ki siyasette ve devlette ehliyet ve liyakat, itaat ve sadakatin tamamen gerisine düşmüştür.

Devlette/devletle olma olanakları/rantı kimlere dağıtılıyor, garanti ve ilişki ağları, irdelediğimiz bu değil artık. Bu ülkenin kale male değil, uzun yıllardır “kadrolaşma” adı altında boğuştuğu sorun, “doğal” ve zaten “olması gereken” bir gerçek algısına dönüşmüştür.

Çıkar gruplarının çöreklendiği su başlarını, sorunları çözmeye değil sorunlarla yaşamaya ve bunlardan beslenmeye odaklı bir devlet geleneğini sorgulamak yerine, bir “kale külliyatı” oluşturuyoruz.

Eğitim, deneyim, bilgi, uzmanlık yerini nelere terk etmiş kaygılanmak yerine, düşen kale/güç odağının hesabını yapmak, derdini taşımak daha çok tercih ediliyor. Anayasa ve yasal düzenlemelerde bu patronajı engelleyecek, özel çıkar gruplarının etkisini azaltacak hangi önlem yer alacak bakmak yerine, “kale koruyorum” diye mevcut düzendeki garabetlere destek çıkıldığı bile fark edilemiyor.

Düşünsenize, YÖK’den en çok kurtulmak isteyenler, bugün en büyük YÖK savunucusu bile oldular.

Bu ülkede “kalelerin” çoktan düştüğünü, hatta içerden çürümeye başladığını, kumdan kalelere dönüştüğünü göremezsek, bir de onları savunan zihniyeti korursak, işte asıl o zaman, iş işten geçmiş olacak.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails