27 Temmuz, 2008

Türkiye iddianame okuyor!

Ergenekon davası, büyük gözaltı ve tutuklamaların ardından, iddianamesinin kabulüyle zirve yaptı. Türkiye, artık iddianame okuyor. 2.455 sayfalık iddianamenin, birçok bölümünün basın tarafından daha önce sızdırılmasına rağmen, içinde hala çarpıcı ve şoke edici “iddialar” barındırdığı görülüyor.

Eminim birçok insan bilgisayarının başında, gazetelerin sitelerinden iddianame dokümanlarını indirmekle uğraştı, gün içinde.

Gazetelerin tümünün manşetine taşınan iddianameyle ilgili yorum yazarları, henüz okuyacak zaman bulamadıkları için daha sessiz görünüyor. Gazeteler internet sitelerinde, sürekli değişen haber başlıkları ve iddianameden kısa kısa manşetler kullanıyorlar. Pazar gününden itibaren önümüzdeki hafta boyunca, savcının yazdıklarının satır aralarından kimlerin, ne ilginç yorumlar çıkardığını okuyacağız.

Birçok gazete, iddianamenin farklı bölümlerini manşetlerine taşımayı sürdürecek görünüyor.
Ergenekon davası, içeriği ile artık tüm Türkiye’nin kayıtsız kalamayacağı bir davaya dönüşüyor. Ben geneline bir göz attım, iddianamenin birkaç bölümünü de okudum. Gerçekten ucunun dokunmadığı isim, kurum, karanlık olay, kişiler, örgüt neredeyse yok!

Özellikle gizli tanıkların ifadelerinin çok kritik bir rol oynadığı görülüyor. Delillendirme ve ilişkilendirme açısından Ergenekon örgütünün çözümlemesi, geçmişteki birçok terör eylemi, karanlık ilişkiler, kişiler ve en son Danıştay cinayeti ile bağlantıları, başka deliler yanında, telefon dinlemeleri ve gizli tanık ifadelerine çok bağlı.

Bu satırlar ilk izlenimlerim…

Herkes harıl harıl okumayı sürdürüyor.

Her halde bu ilgi ve okunma şansı hiçbir iddianameye ve savcıya nasip olmamıştı.
Umarım, iddianame, ülkenin üstüne uzun yıllardır çökertilmeye çalışılan karanlığa karşı, bağımsız yargının gücüyle büyük bir aydınlanma sağlar. Bütün sanıklar, savunma haklarını sonuna kadar kullanırlar, adil yargılanma hakkı da korunur.

Çünkü böyle dönemlerde “yargısız infazlar” en çok medya kanalıyla olur... Şimdi iddianame kadar, “savunmaları” da bekleme zamanı…

Konfüçyus’un söylediği gibi, artık karanlığa küfretme değil, bir mum yakma zamanı…

İddianame, bir mumdan çok daha fazlasını yakmaya aday görünüyor…

25 Temmuz, 2008

Milletvekilleri utanmaz mı?

Soruyu hemen yanıtlayalım: Elbette utanır!

Milletvekili utanmaz mı?

Millet can derdindeyken, kendi ve ailesinin istikbalinin derdine düşen, herkesin ekonomik, sosyal hakları daraltılırken, kendilerini ve ailelerini “gazi” yapmaya, sadece gazilerin yararlandığı geniş haklardan yararlandırmaya çalışan “milletvekillerini” görünce, her milletvekili utanır.

Milletvekili utanmaz mı?

Zaten, 2 yıllık bir görev süresiyle emekli olma hakkı sağlayan, bu haliyle bile bir utanmazlık olan yasayı, 1 günlük vekil için bile geçerli bir hakka dönüştürmeye çalışan “milletvekillerini” görünce, her milletvekili utanır.

Milletvekili utanmaz mı?

Tüm milletvekillerini, “nereden ne koparırım” derdine düşmüş insanlar olarak göstermeye çalışan, TBMM’nin itibarını millet gözünde yerle yeksan eden “milletvekillerini” görünce, her milletvekili utanır.



Milletvekili utanmaz mı?

Utanır, utanmaz mı?

Eğer milletin vekiliyse utanır!

Ama milletin değil, bir biçimde ve nasıl olursa olsun TBMM’ye kapağı atmak için çabalamış, kendini ve ailesini her şeyin önüne koymuş, genel başkanlar ve ekipleri tarafından “seçilmiş”, genel başkanların “askerleri” olanlar, yani milletvekili değil, lidervekili olanlar, milletin oyuna sadece tasdik için sunulanlar, milleti değil sadece kendini temsil edenler, işte bunlar, asla utanmazlar!

Asla utanmazlar!

Çünkü milletin vekili değil, kendi ikbal ve istikballerinin vekilleridir, bunlar!

Bunları teşhis ve teşhir etmediğimiz için, bunları “milletvekili” gibi gördüğümüz için, bu utanmazlık asla son bulmayacaktır.

Milletin tepkisi yetersiz, hiçbir sonuç vermiyor. Zaten bu tepkiye değil, kendilerini seçen liderlerin “iki dudağına” bakıyorlar. Bu “utanmazlığı” durduracak olan da sadece ve maalesef bu “iki dudaktır.”

İşte bu yüzden, yasama, yürütmenin vesayetinde…

İşte bu yüzden, milli irade, sadece bürokratik, askeri vesayetin değil, “sivil” vesayettin de altında…

İşte bu yüzden, sadece “kendine demokrasi” isteyenler Türkiye’de egemen, demokrasimiz bu kadar kırılgan, zayıf…

04 Temmuz, 2008

DSP’nin değil siyasetimizin trajedisi


DSP’de, yıllardır hemen her partide farklı aktörlerle oynayan bir film, yeniden çekiliyor. Filmin aktörleri, yönetmenden yedikleri fırça üstüne fırça nedeniyle umutsuz, filmin senaryosunun çoktan yazıldığını bildikleri halde, senaryo dışına çıkabilirmiş gibi yapıyorlar.

Yönetmen, başrol oyuncusundan ve yardımcı aktörlerden sıkılmış, “artık bu filmde yoksunuz” diyor. Ama onlar şimdi, “nasıl olur” havasındalar.

Nedeni, her başrol oyuncusu her zaman oraya “uygun” görüldüğünü, “getirildiğini” bir süre sonra unutuyor. Kendi bir şeyleri başardı da, başrolu kaptı zannediyor.

Halbuki bu ne mümkün: Daha önce seçen, şimdi vazgeçiyor sadece.

DSP genel başkanı Zeki Sezer’in Ecevit’e söylediği sözler tabi dramatik: "Brüksel'de bulunduğum sırada milletvekili arkadaşlarımla görüşmüş. DSP'nin iyi gitmediğini, değişim yapılması gerektiğini iletmiş. Ben de kendisine 'Arkadan yapılan bu tür görüşmeler doğru değil. Eğer bir sıkıntı varsa benimle paylaşmalıydınız”*

Okurken, bu insanlar yıllarca başka bir yerde mi yaşıyorlar, bu partinin nasıl işlediğini bilmiyorlar mı diye düşünüyorum. Ama çok haksızlık etmemek gerek, “ne desin başka” diye de düşünüyorum.

DSP, Ecevitlerin "malı"dır. Milletvekillerini de, örgütü de, hatta neredeyse tek tek parti üyelerini bile kendi ve ekibi seçmişken, hatta bir ara bu işleme bizzat hizmet ediyorken, şimdi Sezer’in bu sözleri çok naif kaçıyor…

DSP parti örgütü, diğer birçok partide olduğu gibi, güdümlü parti örgütü mantığı ile işler. Tek kişinin parti içi mutlak iktidarına hizmet eder. Ve hiçbir hukuki ve ahlaki kural, bu amaca ulaşmakta engel olamaz.*

Sezer gider, yakında. Direnir gibi yapar, sonra da “onurlu” bir istifa.

Direnebilirlerse, Rahşan Ecevit, milletvekilleri de dahil bütün partiyi ellerinden alıverir. Sezer en azından bunun farkında: “Rahşan Ecevit, bir konuya karar verirse üzerine gider. Benimle ipleri koparttığı anlaşılıyor."* diyor.

Size enteresan bir olay anlatayım, bugüne kadar nasıl bir şey değişmediğini iyi örnekliyor. Daha DSP’nin ilk yılları, Eylül 1986’da 11 milletvekilliği için yapılan ara seçim sırasında, partinin genel sekreteri “yapılan” Necat Hamzaoğlu’nun beyanı:

“Hangi il ve ilçelerde örgütlerimiz var, bilmiyorum. Parti 11 ilde ara seçime giriyor, bunlardan hangilerinde il örgütlerimiz var, hangi ilçelerde örgütlerimiz var, onu da bilmiyorum.”*

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, başlangıcında Türk milleti tarafından “demokrasiye aşık Türk evlatlarına” emanet edilir. Bu aşık evlatlar, on yıllar içinde siyasal sistemimizi tam anlamıyla bir “iki dudak demokrasisi”ne dönüştürmüştür.

Hem de en “demokrat” görünenler, en önde…

DSP’de bugün yaşananlar, yıllardır çekilen bir filmin yeniden oynanmasından ibarettir. Ve bitmeyen bir trajedinin sayısız örneklerinden biri olarak tarihte yerini alacaktır. Bu sadece DSP’nin değil, siyasetimizin trajedisidir.

Ne mi olacak? Hiçbir şey…

Bir şey değişecek mi? Asla…

Yönetmen, isterse tekrar başrol verir, ama merak etmeyin eski filmin yeni başrol oyuncusunu hazırlıyordur. Hiç heyecanlanmayın!


* Hürriyet 04.07.2008 / H. Özdalga, Kötü Yönetilen Türkiye, 2005

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails