11 Şubat, 2010

Sivil vesayet, "iki dudak demokrasisi"dir

Humpty Dumpty, küçümser bir tonla, “Ben bir kelimeyi kullandığımda, onun ne anlama gelmesini istiyorsam o anlama gelir, ne daha az ne de daha fazlasıdır” dedi. “Asıl sorun, kelimelerin bu kadar çok şey anlamına gelmelerini sağlayabilecek misin, budur” dedi Alice. “Asıl sorun”, dedi Humpty Dumpty, “hangisinin esas olacağıdır, o kadar.” Humpty Dumpty’ye göre herkes, herhangi bir yönetimi - hatta despot bir yönetimi bile - demokrasi olarak nitelendirmekte özgürdür. (Alıntıyı Lewis Carroll’in "Alice"inden değil, Robert A. Dahl’ın “Demokrasi Üstüne” adlı kitabından yaptım, 2001, s.105)

Bu yılbaşı TV seyrederek (keşke daha önce seyretseydi) “artık” şeriatın gelmeyeceğini vaz’eden gazeteci İlhan Selçuk, “askeri vesayet” kadar “sivil vesayet”e de karşı olduğunu söyledi.

Askeri vesayet konusunda kimsenin bir kafa karışıklığı yok, herkes ne olduğu ya da olmadığı konusunda neredeyse hemfikir. Ancak “sivil vesayet” terimi ortaya atıldığı anda hemen itirazlar yükseldi. Ortalığı karıştıracak, bulandıracak yeni deyimler ortaya atıldı: “sivil faşizm”, “sivil dikta”, “sivil istibdat” vb…

Aslında “vesayet” kavramını bu kadar eğip bükmeye, zorlamaya, tanım icat etmeye gerek yoktu. “Askeri vesayet” derken vesayete ne anlam yüklüyorsanız, “sivil vesayet” derken de aynı anlamı yüklediğimizi söyleyelim ve şu tanım çekişmesinden kurtulalım. Vesayetin tanımı; biri(leri) adına karar vermek, davranışlarını yönlendirmek, iradesini kullanmak ve ona ipotek koymaktır...

Nuray Mert’in başlattığı, ancak tartışmayı alevlendiren İlhan Selçuk’un, tartışmanın eksenini kaydıran yaklaşımına gelelim. Selçuk’un, “seçilmiş” iktidarı, AK Parti’yi “sivil vesayetle” suçlamasına… Hemen herkesin de eleştirmek için üstüne atladığı bu suçlama, aslında Selçuk’un da kastetmediği biçimde bir GERÇEK!

Evet, bir gerçek! Ancak “sivil vesayet”e doğru yerden bakarsanız bir gerçek. İlhan Selçuk’un AK Parti iktidarını yıpratmak, demokrasi dışı, “istibdat” hedefleri varmış gibi göstermek için kullandığı biçimiyle değil…

Aslında “sivil vesayet”’in özü, Türkiye’nin bir “iki dudak demokrasisi” olmasıdır. Sadece AK Parti’yi değil, iktidarı ve muhalefetiyle tüm siyasal partileri kapsayan, lider ve ekiplerinin elinde milli iradeyi yok eden, “olağanlaşmış”, “kabullenilmiş” bir gerçektir.

Bu düzen, askeri “vesayet”le kol kola yaşayan, onu da besleyen, bir avuç “sivilin”, diğer “sivillerin (milletin) iradesine ipotek koyduğu (vesayet)” bir düzendir. Herkesin bildiği, ama on yıllardır kimsenin sorun etmediği, gerçek “sivil vesayet” budur.

Genel başkan ve ekibinin iki dudağı arasına hapsedilmiş bir “demokrasi”dir içinde yaşadığımız… Akademik olarak şöyle ifade edelim: Bizim demokrasimizin ana karakterini aşırı derecede kişiselleştirilmiş tarzda bir liderlik, zayıf siyasal kurumlar (özellikle siyasal partiler), yatay sorumluluğun olmaması (yani, yasama ve yargı gibi özerk kurumlara olan sorumluluk) teşkil etmektedir.(Özbudun, 2003, s.17)

Bu ülkede “tek parti diktatörlüğü” kuruluyor korkusuna kapılanların endişe etmelerine gerek yok, siyasal sistemimiz zaten uzun yıllardır “çok parti diktatörlüğü”dür!

Şu basit sorulara yanıt arıyalım: Kendisi demokrasiden nasibini almamış bir kurum veya kişi “demokrasi”yi koruyup, geliştirebilir mi? “Lider sultasına” esir düşmüş, 3-5 liderin ve ekiplerinin kontrol ettiği, hepimizin vergileriyle oluşturulan, yüz milyonlarca lirayı bulan devlet yardımlarıyla desteklenen, siyasal partiler ve siyasette istikrar adına %10 seçim barajıyla “imal edilmiş çoğunluklar”(Lijphart, 2006, s.165) tarafından yönetilen, temsilde adaleti yok sayan seçim yasasıyla bir garabeti andıran bu siyasal düzen, demokratik mi?

Garabetin anlaşılması, “sivil vesayet”in bu boyutunun kavranması ve çözülmeye çalışılması, ne Türkiye’deki askeri vesayet gerçeğini ortadan kaldırır, ne de bu vesayete karşı verilen mücadelenin gücünü azaltır. Mevcut Siyasi Partiler Yasası ve Anayasa, siyasi partileri, katılımcı demokrasiyi geliştirecek birer araçtan çok, toplumun “siyaset yapma alanını” sınırlayan kurumlara dönüştürmektedir.

Böyle bir ortamda AK Parti üzerinden “sivil vesayet”i tartışmak, “hangi parti?” sorusunu yanıtlamadan mümkün değildir. Demokrasimizi “iki dudak demokrasisi”ne dönüştüren, üyesine güvenmeyen, ülkenin “vizyonunu” değişmez liderin (ekibin) bakış açısı ile sınırlayan bir siyasi partinin, belli yasal organları var diye “demokratik” bir “siyasi parti” olduğunu söylemek, ne kadar mümkündür? Türkiye’de birçok siyasi parti, bu haliyle birer “ziyan olmuş hayatlar partisi”ne dönüşmüştür.

Bu “sivil vesayet”e, en az “askeri vesayet”e karşı çıktığımız kadar karşı çıkmalıyız. Bunun sadece bir iktidar partisi sorunu değil, muhalefet partilerini de kapsayan anayasal/yasal bir sorun olduğunu görmek zorundayız. Türkiye’de bir türlü olamayan, “siyaset yapma” kanallarının toplumun her bireyine eşit bir biçimde açılması, bu paradigmanın yıkılmasıdır.

Seçimle gelenin seçimle gitmesi ilkesinin, siyasi partiler içinde de korunması yine demokrasimiz ve siyasal yaşamımız açısından hayatidir. Anayasalarımız siyasi partileri “demokrasimizin vazgeçilmez unsurları” olarak tanımlar, doğrudur. Ancak “demokrasi”nin siyasi partilerimizde çok uzun yıllardır “vazgeçilmiş bir unsur”a dönüştüğünü resmeden bir ironi gibidir, bu söz…

Parti-içi mücadelenin demokratik bir biçimde yapılma kanallarını tıkayanlar, lider ve ekibinin “yanlışlarını” dile getirebilecek, mevcut uygulamalarını eleştirebilecek, politikaları ve partileri dönüştürebilecek bir yapının yerine, yargı organlarının kararlarının/iddianamelerinin almasına yol açmaktadır. Türkiye’de neredeyse bütün partiler, lider hegemonyası ile Anayasa’nın “demokrasi ilkesine aykırı eylemlerin odağı” haline gelmiştir.

Köşe yazarından “düşünür” devşirilen ülkemizde bu sorunu öncelikli görmeyen, “doğal”/“kader” gibi sunan büyük bir “aydın” kitle var. Ancak artık “cin” şişeden çıktı. Meselenin asli yönünü, yine görmezden gelip, tartışmamaya, bir seçim daha (4 yıl) kaybetmeye Türkiye’nin tahammülü yok.

Değişmesi olanaksız görünen durumlar için Weber’in güzel bir sözü var: “İnsanlar her zaman ve hiç durmaksızın olanaksıza yönelmeselerdi, olanaklıya hiçbir zaman ulaşılamazdı, sözü son derece doğrudur ve tüm tarihsel deneyler bunu doğrular.”(Weber, 2006, s.120)

Cumhurbaşkanı’nı halka seçtirmeyi başaranların,(!) demokratik “meşruiyet” açısından daha öncelikli ve önemli bir görevi var: Milletvekillerini halka seçtirmek… Milli egemenliği, milli iradeyi yeniden halka vermek…

“Sivil vesayet” tartışması sürerken görüyoruz ki, bir deyim/kavram uydurduğu anda Humpty Dumpty gibi ne anlama gelmesini istiyorsa o anlama geldiğini zannedenler Türkiye’de hiç de az sayıda değil.

Artık geldiğimiz noktada, Türkiye’de her türlü vesayeti engellemenin tek yolu var: TBMM’nin siyasi partiler yasasında yapacağı düzenlemelerle milletvekillerini gerçekten milletin seçmesini sağlamak; seçim yasasındaki barajı makul bir seviyeye indirmek; partiler arasındaki devlet yardımı dengesizliğini gidermek; daha sonra yapılacak seçimlerde oluşacak gerçek “kurucu irade” ile, toplumun tüm kesimlerinin katılımıyla demokratik bir “Anayasa” yapmak…

Notlar
Dahl Robert A., “Demokrasi Üzerine”, 2001
Lijphart Arend, “Demokrasi Motifleri”, 2006
Özbudun Ergun, “Çağdaş Türk Politikası”, 2003
Weber Max, “Meslek Olarak Siyaset”, 2006


Gazete HABERTÜRK / Editoryal sayfası / 11.02.2010 yayınlandı.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

TÜRKİYE'DE NE YAZIK BİLİMSEL ÇALIŞMALAR DEĞİL GÜNLÜK SIKIŞMIŞ BİR SİYASAL ALANIN TEMSİLİ VAR. ELİNİZE SAĞLIK. DAHA DUYARLI VE SORUMLU BİR BASIN GEREKLİ.. SELAMLAR.
SUAVİ TUNCAY

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails