01 Mart, 2010

Önceliğimiz “irade”sini millete geri vermek…

“… paradigma tartışmaları
daima gelip şu soruya dayanır:
hangi sorunları çözmüş olmak
daha önemlidir?”

Thomas S. Kuhn

Önceliklerimizi iyice şaşırdık. Tartışma nerede başlıyorsa, oradaki sorunu çözmenin önceliğimiz olduğunu zannediyoruz. Rafa kaldırılan Yargı reformu da gündemimize yeniden böyle girdi. Aslında reform talep edenlerin temel bir kaygısı var, Türkiye’de gerçek “demokrasiyi” kurumsallaştırmak, her türlü “vesayeti” bir biçimde sona erdirmek…

Vesayet tartışmaları, Türkiye’nin temel kurumlarının içinde bulunduğu çelişkilerden kaçınılmaz olarak etkileniyor. Örneğin yasama, yürütme ve yargı arasında varolduğu söylenen ve Anayasamızda belirlenen “kuvvetler ayrılığı prensibi” Türkiye’de uzun yıllardır aslında olmayan bir prensiptir. Yasama neredeyse tamamen yürütmenin emrindedir. Yürütme ne derse, yasama adeta “tasdik” makamı gibi işler. Çok nadir yapılan gizli oylamalarda yürütmeye rağmen bazen farklı bir sonuç çıkmaktaysa da bu o kadar nadir olur ki, yasamanın bağımsız olduğunu savunanlara “malzeme” olmasının dışında bir sonuç doğurmaz.

Sacayağının yargı bölümünde ise, Türkiye’de aynı kurumlardan farklı “siyasi” kararların çıktığını görebilirsiniz. Örneğin en yüksek yargı kurumu Anayasa Mahkemesi bile, “laik cumhuriyeti koruma ve kollama” saikiyle hareket etmekten kendini alamazken, nedense “demokratik cumhuriyeti” koruma ve kollama konusunda aynı hassasiyeti göstermeyebilmektedir.

Yargı ülkemizde görece bağımsız ama “tarafsız” değil, taraf olduğu konularda da yürütmenin politik uygulamaları üzerinde denetleyici bir kurum olmaktan öte sıklıkla “engelleyici” bir işleve bürünüyor. Sadece vicdanına karşı sorumlu olması gereken yargıçlar, ülkedeki askeri/bürokratik “vesayeti” besleyecek ve ondan beslendiğini gösterecek nitelikte kararlar alabiliyor. Toplumun adalet anlayışı büyük yaralar alabiliyor.

Yargının bu durumu karşısında “reform” yapmak isteyen, hatta kendisine karşı “savaş” açıldığı izlenimi yaratan hükümetin (yürütme) tuttuğu yol, yaşadığımız sorunları daha da içinden çıkılmaz bir hale sokabilir. Hükümet, birbirinden tamamen bağımsız olması gereken üç gücün bu “bağımsızlıklarını” korumak, (tarafsızlıktan önce bağımsızlık) ayrı güçlerin tek bir devlet organında toplanmasını önleme yolunda güvence yaratacak bir uygulama yerine, neredeyse her şeyin tek bir kişinin/gücün elinde toplanmasına yol açabilecek bir reform paketini tartışmaya açmaktadır: Anayasa Mahkemesi ve HSYK üyelerinin büyük bir kısmını “parlamentonun” ataması/seçmesi…

Bu reform, belki milletvekillerini gerçekten halkın seçtiği “demokratik” ülkeler için geçerli bir uygulama olabilir. Hatta birçoğunda uygulanmaktadır da. Ancak bir “iki dudak demokrasisi” olan Türkiye için geçerli değildir. Milletvekillerini tek tek belirleyen 3-5 lider ve ekibi, parlamentonun seçeceği yargıçları da tek tek belirleyebilecektir. Yargının “bağımsızlığı” iyice tartışmalı bir hale gelecektir.

Milletin iradesini ikincilleştiren, yok eden, milleti basit bir tasdikçi konumuna indirgeyen Siyasi Partiler Yasası’nı değiştirmeden yapılacak böylesine ağır bir yanlış, Türkiye’de demokrasinin, güçler ayrılığı dengesinin her düzeyde yok olması anlamına gelecektir.

Reform yapacaksak, öncelikleri şaşırmayalım. Sıra bellidir, önce Siyasi Partiler ve Seçim Yasası değiştirilmelidir. Siyasi partilerde önce parti-içi demokrasi işlemeli, lider ve ekiplerinin iki dudakları arasından milletvekillerinin seçilmesine son verilmelidir. Milletin iradesini sakatlamayan, tümüyle yansıtabileceği yargı teminatına sahip bir siyasi partiler düzeni kurulmalıdır.

İkinci önemli adım ise Arend Lijphart’ın deyimiyle “İmal edilmiş çoğunluklar yaratan” ve Anayasa’nın “Seçim kanunları, temsile adalet ve yönetimde istikrar ilkelerini bağdaştıracak biçimde düzenlenir” hükmünü ayaklar altına alan % 10’luk seçim barajıdır. Burada da lafı çok dolandırmaya gerek yok, adres belli: Seçim barajı, Venedik Komisyonu kriterlerine(%3-5) göre düzenlenmelidir.

Bu yasal düzenlemelerin ardından yapılacak seçimle oluşacak TBMM ve toplumun tüm kesimleri, birlikte, tam demokratik bir Anayasa yapmalıdır.Tam demokratik Anayasa ile ortaya çıkan artık bir reform değil, Türkiye için ciddi bir “paradigma” değişikliğidir.

Bu paradigma, gerçekten milletin iradesine dayanacağı için, askeri-yargısal-bürokratik oligarşi karşında parlamentonun atacağı her adımın meşruiyeti hiçbir biçimde tartışılamayacaktır.

Üstelik yaşananaların doğrudan AK Parti iktidarıyla bir ilgisi de yok. AK Parti iktidarı, “yargı reformu”nu şu anda işine gelen bir “araç” gibi değerlendirebilir. Fakat kimse ila-nihaye iktidar da kalacağını düşünmemelidir. Yarın, bir gün iktidardan düştüklerinde en çok yakınacakları konuların başında, yapmaya çalıştıkları bu “yargı reformu” gelecektir.

Siyasi partiler ve seçim yasası tam anlamıyla demokratikleştirilebilirse milletin iradesi, siyaset yapanların hakları, yargının teminatında olabilirse, milletin vekilleri, “iki dudağın” icazetiyle değil, her zaman milletin oyundan aldıkları güçle hareket edebilirler. Yargı da parlamento tarafından seçilen üyeleriyle, milletin iradesi ve sağduyusunun kendilerine yansımasıyla her türlü vesayetin karşısında daha güçlü ve dirençli olabilir.

Elbette bu paradigma değişikliği ile Türkiye birden bire güllük gülistanlık olmayacaktır. Siyasal kültür birden bire değişmez. Ancak “zaman” artık boşa işlemeyecek, demokratik zihniyet değişikliğini besleyebilecek, kurumsallaşmayı artırabilecek bir ortam doğacaktır.

Türkiye’de mücadelesini verdiğimiz temel paradigma değişikliği ve önceliğimiz, “milli egemenliği” basit bir duvar yazısına dönüştüren her türlü vesayetin son bulmasıdır: Ne askerin, ne yargının, bürokratik vesayeti ne de siyasi parti genel başkanlarının (liderlerin) “sivil” vesayeti.


Notlar
Lijphart Arend, “Demokrasi Motifleri”, 2006
Kuhn Thomas S., “Bilimsel Devrimlerin yapısı”, 1982

(01/03/2010 tarihinde Radikal Gazetesi "Tartışı-Yorum" köşesinde yayımlandı)

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails