26 Haziran, 2007

Herkes “koltuğun” şeklini alıyor!

Milletvekili listelerini hazırlayan Genel başkanlar, seçimlerin birinci turunu tamamladı. YSK’nın listelere son şeklini vermesinin ardından, 22 Temmuz’da seçimlerin ikinci turunu gerçekleştireceğiz. Lidervekili listelerini, millete tasdik ettirecek, liderler.

Yıllar önce aynı şüreçleri yaşayan ve yakınan, partide farklı ses ve çıkış yapan kişileri eleyen tüm genel başkanlar, bir dönem “parti-içi demokrasi”yi dillerinden düşürmeyen insanlardı. Ancak “lider” koltuğu, bazen en basit gerçeklerin bile görülememesine, ağızdan çıkanların unutulmasına yol açabiliyor.

Kimse oturduğu “koltuğa” şeklini veremiyor, herkes oturduğu “koltuğun” şeklini alıyor.

Öyle ki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın şu sözlerini hatırlatmak bile yeterli. Ak Parti yeni kurulmuş, tarih, Aralık 2001. Parti genel merkezinde gazetecilere verdiği iftar yemeğinde başbakan konuşuyor:

"İslam dünyasının önemli sorunlarından birisi demokrasi. Bu ülkelerde demokrasiye geçilmesi halinde sistemleri rahatlar. Oralardaki sistem kişilere dayalı; katılımcılık yok. Katılımcılık olmadığı için de halk huzursuz. Herkesin kaderi iki dudak arasında. Biz nasıl Türkiye'de lider sultasından yakınıyorsak, onlar da kralların ve prenslerin sultasından yakınıyor. Demokrasi artık İslam ülkelerine de gelmeli. Demokrasiye geçiş olursa, o ülkelerdeki halk da çok rahatlar. Türkiye 50 yıldır demokratikleşme alanında çaba sarf ediyor, ancak hâlâ eksiklikleri var. İslam ülkeleri de şu an bu sorunu yaşıyor. Krallar ve prenslerden çekiyor."(*)

Ne diyor, sayın Başbakan: “Herkesin kaderi iki dudak arasında.”

Ne diyor sayın Başbakan: “Biz nasıl Türkiye'de lider sultasından yakınıyorsak, onlar da kralların ve prenslerin sultasından yakınıyor.”

Geldik 2007 yılına, Türkiye’nin “seçilmiş krallarına” bu sözleri hatırlatan var mı?

Partilerin seçim bildirgelerini/beyannamelerini okuyorum. Ak Parti’nin beyannamesinde şu sözlere rastladım. Üstelik spot yapılmış. Yani büyük harflerle de yazılmış.

Siyasetin yeniden yapılandırılması bölümünde deniyor ki: “Siyasi iradenin kaynağı, özgür bir toplumsal yapı içinde özgür iradeleriyle karar veren bireylerden oluşan milletin kendisidir. Millet iradesinin özgürlük içinde açıklanabilmesini veya kullanılabilmesini engelleyecek hiçbir uygulama kabul edilemez.”

Ve bir spot ile devam ediyor: “Partilerin içyapılarının demokratikleşmesi ve üyelik hukukunun geliştirilmesine önem verecektir.” (**)

5 yıl boyunca önünde büyük zaman ve fırsat varken, siyasi partiler ve seçim yasalarında bu yönde en küçük bir değişiklik bile yapmayan bir “iktidarın”, bunları söyleyebilmesi, beyannamesine koyması neyle açıklanabilir?

Ak Parti’de farklı seslere sahip Ersönmez Yarbay, Turhan Çömez, Ertuğrul Yalçınbayır, gibi listelerde kendilerine yer bulamayan, “iki dudak demokrasisi”ni içerden yaşayan diğer milletvekilleri, beyannamenin bu bölümünü okuyunca neler hissettiler?

Ya da kendileriyle şu hesaplaşmayı hiç yaptılar mı acaba?

İki dudağa bir kez boyun eğenlerin, listelerde genel başkan insafıyla boy gösterenlerin, bir zamanlar kendini “ekipten” görenlerin, sonradan çıkaracağı sesin millet nazarında “itibarı” olur mu?

Ak Parti’nin beyannamesine bu eleştiriyi getirirken, diğerlerini dışarıda bırakmayalım. İki dudağın hükümranlığını kıracak, hiçbir öneri şu ana kadar açıklanan seçim beyannamelerinde yer almıyor.

Tüm partiler, millete kendi vekilini “seçme” hakkını çok görüyor.


(*) Radikal Gazetesi / 06.12.2001
(**) Ak Parti Seçim Beyannamesi 2007 s.21.22

22 Haziran, 2007

"Bıyık" kadınlara yaradı mı?















Kadınlara milletvekili aday listelerinde daha çok yer verildi. Bu sefer aday adaylığı listelerinde de çok kadın aday vardı. Seçilebilecek yerlere “konan” kadın sayısı, geçmiş yıllara göre daha fazla. Ve 40’ın üzerinde kadın milletvekilli, parlamentoya girecek görünüyor.

Çeşitli sebepler sayılıyor bunun için, kadınların “cumhuriyet mitinglerinde” aldıkları inisiyatif; Ka.der’in yoğun kampanyaları; kamuoyu yönlendiricisi niteliğindeki kadınların medyada daha çok boy göstermeleri; yıllardır kadına yönelik şiddete karşı verilen mücadeleler; kadın hareketinin artık bir noktaya ulaşması …

Soralım:

Şu anda ortaya çıkan durum, “kadınlar için” hedeflenen bir “görüntü” mü? Ka.der’in yürüttüğü kampanyanın hedefi bu muydu? Listelerde yer alan kadın milletvekili adaylarının acaba kaç tanesi Türkiye’de kadının, (kendisinin) temsil sorunları dışındaki sorunlarının da farkında? Acaba kaç tanesi “kadın bakış açısına” sahip? Acaba kaç tanesi, genel başkanların iki dudakları arasında yer buldukları listelerin ardından, iki dudağın insafı/anlayışı dışına çıkabilecek? Acaba “seçici iki dudaklar” kendileri gibi düşünen kadınları, “bıyık şart değil” diyerek, gerçekten “erkek egemen bakış açısının” kadın yüzlerini mi parlamentoya taşıdılar?

Soruları artırmak mümkün?

Seçim kampanyalarında “kadın” aday farklılığının altı çizilmedikçe, “kadın bakış açısının” bu kampanyalara, vaatlere, söyleme, programlara yansıma(ma) biçimini gördükçe, daha fazla soru sahibi olacağız. Ve yeni soru/sorunlarla da baş başa kalacağız.

Liderler, kadın hareketine yön veren ya da onun parçası olmuş kişilere sanki “özellikle” listelerde yer vermediler. Ka.der ne Ak Parti’de ne CHP’de ne DP’de MHP'de GP'de ne de başka bir partide adaylarını, destek verdiği kadınları, hatta başkanını listeye sokabildi. Tüm siyasi partilerde davetle gidenler, beklenti içine sokulanlar çok küçük istisnalar dışında, deyim yerindeyse “ortada bırakıldı”.

Ka.der’in kadınlar için yaptığı kampanya, kadınlara mı, yoksa bir erkekten farksız düşünen ve davranan “kadınlara” mı yaradı, hep birlikte parlamento oluştuğunda göreceğiz.

Şimdi geldiğimiz noktada sormak gerekiyor: “Kota”nın genel başkanların iki dudağı arasında işlediği zaman, bir anlam ifade etmediğini anlamak için, acaba kaç seçim daha geçirmemiz gerekecek?

Kadın ve siyaset, kadının siyasetteki temsil sorunu, “kadın politikalarının” oluşturulmasındaki belirleyici rolü üzerine yeniden düşünmekte fayda var; Feminizmi hala “erkek düşmanlığı” sana kadın/erkek "bilinçsizliğinin" ülkemizdeki boyutları üzerine düşünmekte de…

Bu seçimler bir eşiğin atlanmasına, hepimizin üstündeki "vesayetin" anlaşılmasına aracılık edecek gibi görünüyor. Artık eşik atlamak kadar, eşiğin ötesini de öngörmek, hedefler saptamak gerekiyor. Sanırım milletvekili listeleriyle birlikte bu, herkes için daha anlaşılır oldu. "İki dudak demokrasisi" erkek-kadın eşitliğinin sağlandığı nadir durumlardan biridir.

“İki dudak demokrasisi"nde kadınlar için kotanın da tüm topluma yönelik kampanyaların da, “mış gibi” sonuç verdiğini görmek için seçim sonuçlarını beklemeye yine gerek kalmadı. Sadece “tasdik” kısmı millete bırakılan, iki dudak demokrasimizin "iki turlu seçimlerinin” birinci turu genel başkanlar tarafından yapıldı. Artık kimlerin, hangi “erkeklerin”, hangi “kadınların”, genel başkanlar ve ekiplerinin “vekili” seçilebileceğini hepimiz biliyoruz.

Başımıza ne geleceğini ya da gelmeyeceğini de...

Onpunto / 05.06.2007

Parlamento "her şeyi" bilir

Parlamento “her şeyi” bilir, bilir ama, eğer genel başkanların iki dudaklarının arasından seçilmemiş, gerçekten milletin vekillerinden oluşuyorsa;

Parlamento “her şeyi” bilir, bilir ama, yasama yürütme yargı arasındaki denge tam anlamıyla kurulmuş, yasama yürütmenin hegemonyasından kurtarılır, TBMM, iç tüzüğünü milletvekillerinin denetleme işlevinin önündeki en önemli engellerden biri olmaktan çıkarabilirse;

Parlamento “her şeyi” bilir, bilir ama o ülkede gerçekten bir “temsili demokrasi” varsa, o ülkenin insanları “temsili demokrasinin” ilkelerine saygı göstermeyi içlerine sindirebiliyor, mahkemelerin iradelerini, kendi görüşlerini destekleyen mitinglerde yükselen talepleri, tüm toplumun talepleriymiş gibi sunup, oy sandıklarının üstünde görmemeyi başarabiliyorsa;

Parlamento “her şeyi” bilir, bilir ama, o ülkenin medyası, “aydınları” kendi korkularının ilacının yine milletin iradesi olduğu gerçeğiyle yüzleşebiliyor, ilk kez askerlerin iradesi dışında gerçekleşen önemli Anayasa değişikliklerine itirazını “meşruiyet” tartışmaları dışında yapabiliyorsa;

Parlamento “her şeyi” bilir, bilir ama, yüzde 10 barajıyla , bırakın barajı, “duvarını” icat edenlerle 25 yıldır mücadele etmeyenlerin, halkın serbest oyuyla seçilmiş bir parlamentoyu görev süresinin sonundayken ”meşru” görmemek hakkını nereden bulduğunu kendine sorabiliyorsa;

Parlamento “her şeyi” bilir, bilir ama, sadece “kendine” demokrasi isteyenlere, her şeyi “demokrasi” ile çözebileceklerine “gerçekten” inanıyorlarsa, oyunun kurallarını oyun oynarken değiştiremeyecekleri hatırlatılabiliyorsa;

Parlamento “her şeyi” bilir, bilir ama, “Köprüyü geçene kadar, bu topluma ayıya dayı demeyi öğretenlerin”, hayatın köprülerden oluştuğunu gördüklerinde, yaptıkları yanlışın bedelini bırakın ödemeyi, bunu da yine topluma, demokrasimize ödetmeye çalıştıkları görülebiliyorsa;

Parlamento “her şeyi” bilir, bilir ama, sivil toplumun “Meclisin iradesinin” üstünde değil, onun çok önemli bir tamamlayıcısı olduğu, “Meclisimizin özgür iradesini” iktidarı, muhalefetiyle, hatta “nefret ettiğimiz siyasal akımlara” rağmen korumanın, demokrasinin “olmazsa olmazı” olduğu anlaşılabiliyorsa;

Parlamento “her şeyi” bilir, bilir ama, üzerinde kurulmaya çalışılan hukuksal, askeri vesayet arayışlarının asıl “bataklık” olduğunu gören, bu bataklığı bilgi, emek ve cesaretiyle “hükümsüz” kılacak, “yurttaşların” iradesine sahip olabiliyorsa;

Ancak bunlar gerçekleşebiliyorsa, parlamento “her şeyi” bilir.

İşte burada saydıklarım ve uzatmamak için sayamadıklarımla, tek bir şeye inanıyorum: Halk, iradesini sadece sandıkta verir, sandıkta geri alır. Bir parlamentonun Anayasal meşruiyetin tek kaynağı budur.

Çok uzakta değil, 22 Temmuz’da hep birlikte, parlamentonun/halkın “her şeyi” bildiğini göreceğiz.

Onpunto / 11.05.2007

Önümüzde “seçim” değil, “tasdik” var!

22 Temmuz “seçim” tarihi değil! Bu tarih “iki dudak demokrasisi”nin bir kez daha tescil edileceği tarih olacaktır. 22 Temmuz 2007 tarihi, milyonlarca seçmenin yerine, genel başkanların ve ekiplerinin “seçtikleri” milletin vekillerin, halk tarafından “tasdik”lendiği tarih olacaktır. Yani, “demokrasicilik” oyunumuzun son perdesi.

Ön seçim yapmayan (ya da ön seçimi de kendi kontrollerindeki delegelere yaptıran) tüm siyasi partilerin lider ve ekibi tarafından “seçilmiş” milletvekilleri, milletin değil “genel başkanların” iki dudaklarının vekili olacaktır.

Siyasi partiler ve seçim yasasını, “yine” değiştirmeden, demokratikleştirmeden gidilen bu seçimde de, bir “seçilmiş” kral, diğer “seçilmiş” kralla yer değiştirecektir. Demokrasimiz, temelde halktan kopukluğunu sürdürecektir.

Halk kendi kaderini, “gerçekten” temsilcileri aracılığıyla, parlamentoda belirlemek istiyorsa, “iradesine” vesayet koyan yasaları değiştirmeden gidilen bu seçimden de bir “sonuç” çıkmayacağını anlamak zorundadır.

“Ne kadar akıllı olursanız olun. Ne kadar ufkunuz geniş, birikiminiz, yetenekleriniz, eğitiminiz, deneyiminiz, bu ülkeye, yurttaşlarına adanmış olursa olsun. Partinizin programını , hedeflerini ne kadar güçlü temsil ederseniz edin. Farketmez. Lider ve ekibine boyun eğmezseniz, ne milletvekili olabilirsiniz ne de partinizi temsil edebilirsiniz.”

Genel başkanlar ve ekiplerinin “onayı” dışında, toplum aslında “siyasetten yasaklıdır”. İki dudaktan bağımsız, siyaset yapmak, milletvekili olmak, “bağımsız” adaylık dışında olanaksızdır.

“1950’den beri Türk Milleti, “tasdik” dayatmasına karşı bir alternatif oluşturamamıştır. Milletin oyuyla gelmek, emaneti devralmak, milletin kararıyla oluşan yüce irade gibi, her seçim söz konusu olduğunda edilen süslü sözler, asıl “irade”nin sahibinin hep üstünü örtmüştür.”

Değişiklik umudumu daima dile getiriyorum. Ama bu seçimde de, adaylık süreçlerinde yaşayacaklarımızla “demokrasimizin” üzerine ne kadar büyük bir gölge düştüğünü göreceğiz.

Yüzde 10 oy barajının/duvarının yaratacağı “temsilde adaletsizlik” dışında, yine aynı filmi, bıkmadan usanmadan, hiç ders almamış gibi, bir kez daha seyredeceğiz.

Milletimizin, kendisine ait egemenliği kullanan liderlerin ve ekiplerinin insafına kaldığını bir kez daha göreceğiz.

Milletin iradesinin, siyaset yapanların haklarının, yargının, hukukun teminatında olmadığını, “iki dudağın” insafına kaldığını, bir kez daha göreceğiz.

Milletin vekilleri olmak için çabalayanların, milletin “rızası” ve oyundan önce “iki dudağın” icazetini aradığını, bir kez daha göreceğiz.

Türk siyasetinde ehliyet ve liyakatten önce, itaat ve sadakatin egemenlik kurduğunu, bir kez daha anlayacağız.

Neredeyse hiçbir siyasal partinin, bu konuda birbirinden farkı olmadığını göreceğiz: Bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha…

22 Temmuz’da, bütün bunları son kez mi göreceğiz?

Hiç sanmıyorum…

Onpunto / 03.05.2007

Sıfır Kilometre Demokrasi

Hani küçük ilanlar vardır, otomobil ilanları: Doktordan, bayandan otomobil. Az kullandıkları, iyi baktıkları, hırpalanmamış olduğu düşünülür. Bizim “demokrasimiz” ise “askerden ve sivilden” çok kullanılmış, hırpalanmış, kimsenin sahip çıkmadığı, horladığı bir demokrasi.

Ve bir gece yarısı yeniden, “sıfırlanmış” bir demokrasimiz oldu. 10 yıllık darbe periyodu, post modern muhtıralarla daha da aşağıya çekildi. 2007’de, demokrasimizin ne kadar “kendine” demokrasi olduğunu, sivil-asker ne kadar çok, “ sevmeyeni” olduğunu fark ettik: Demokrasimizi “sıfırladık.”

Yine bu ülkeyi “en çok seven”, bütün tehlikeleri “hepimizden önce” sezen, bilen, kendinden başkasına güvenmeyen, ama en acısı bu topluma, bilinçli-bilinçsiz alanları dolduran yüzbinlere güvenmeyen, ilk kez bu kadar güçlü “ben buradayım” diyen toplumuna güvenmeyenlerle, demokrasimizi yine “sıfırladık”.

Toplum bir yana, devletin en üst yargı organına “Anayasa Mahkemesi” üyelerine bile güvenmeyen, asker-sivil bürokrasi, bunca deneyim, bunca dersten sonra, demokrasimizi 2007’de, yine “sıfırlamaktan” çekinmedi. Mahkemenin kararı üzerinde “tahakküm” kurulmaya çalışıldı.

1980 askeri darbesinden sonra, siyaset/toplum mühendislerinin dizayn ettiği siyasi partiler ve seçim yasalarıyla, demokrasiden korkan “demokratlarla”, “entelektüellerle” bugün geldiğimiz noktaya geldik.

Her şeyi “bilenler” ve “öngörenlerin”, ülkeyi “bölücülerden/gericilerden” kurtarma niyetiyle dizayn ettikleri yasaların, toplum mühendisliğinin, siyaseti genel başkanların iki dudakları arasına ve askerlerin vesayetine nasıl teslim ettiğini, bir türlü anlatamadık. Ya da demokrasiden “anladıklarının”, sadece bu kadar olduğunu gösteremedik. Geldiğimiz nokta, demokrasimizin “sıfırlanmasıdır”.

“Her durumdan” vazife çıkaran genç-yaşlı subaylar, “piyasalar” kadar toplumun her kesiminin taleplerini de dinlemeyi akıl edemeyen bir “iktidar”, “kutuplaşma” yaratmak dışında, “alternatif” politikalar üretemeyen bir muhalefetle bir yere gitmek mümkün değil.

İşte toplum, bu gidilemeyen yerden bağırıyor, duyanlara: “Ne şeriat, ne darbe, tam demokratik Türkiye"

Kendi toplumuna güvenmeyen asker, siyasetçi ve entelektüeller, aslında “kendilerine” de güvenemediklerini anlamaları gerekiyor. “Ne darbe, Ne şeriat” diyen yüzbinlerin seslerini bütün siyasetini “kutuplaşma” ve “uzlaşmama” üzerine kuranlar duyabildikleri zaman, demokrasimizi “sıfırlamak” isteyenler, “sivil-asker” asla bu gücü bulamayacaklar.

Kriz, gerilim ve kırılma noktaları büyük tehditler kadar, görmek isteyenlere sarsıcı fırsatlar da barındırır. Al bayrağımızın altında yüzbinleri birleştiren, “ben de buradayım” dedirten, bu “tıkanıklık”, asker-sivil tüm demokrasi düşmanlarına da, medyaya da, hepimize de geleceğimizle ilgili olumlu mesajlar taşıyabilir: Ülkemizi iki ayrı kampa bölmek isteyenlere de…

Belki de toplum, demokrasinin temel dayanağı, “halk iradesiyle”, askerlerin-sivillerin iki dudağından sıyrılmış bir “seçimle” yeniden kendi iradesine sahip çıkabilecektir.

Belki de tüm yaşadıklarımız, cumhuriyet ve demokrasinin birbirinden kimse tarafından ayrılmayacağı ve toplumun ülkesine-birliğine-laikliğe bağlılığını gösterebildiği, “sıfır kilometre”, pırıl pırıl bir demokrasinin de habercisidir.

Belki bir rüya görüyorum, belki de bir "umudu" dile getiriyorum.

Onpunto / 30.04.2007

“İki dudak demokrasisi”

Göremiyorsunuz değil mi? Demokrasimizin “iki dudak demokrasisi” olduğunu, gerçekten göremiyor musunuz?

Olmuyor!

Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde, "taraf olmak-kutuplaşma", “tahminler”, iddiaları tutturmak, “ben demiştim, bildim bak” demek, değişik siyasal analizlerin içinde kaybolmak, daha açıklayıcı, daha “zevkli” görünüyor.

Türban, “laiklik elden gidiyor” tartışmaları, “Cumhuriyetin değerleri tehlikede, düşün peşime, mitinge gidelim” söylemi, bir sürü kavramsal tartışma yapmak, bunların başka açılardan bir faydası var belki. Mutlaka da var.

Ama olmuyor, görülemiyor, “iki dudak demokrasisi”!

Halbuki her şey ayan beyan açık, ortada. Temel sorunumuz, her şeyin sorumlusu. Yıllardır yazıyorum, "aynı şeyleri" söylüyorum.

Ben de “ben demiştim” de diyorum. Ama bir yandan da dövünüyorum. Sanki ne yapsak boş, bakılamıyor bir türlü bu pencereden. Anlıyorum aslında, herkes kendi “paradigması / bakış açısıyla” evli.

Ama dayanamıyorum, haykırıyorum:“Buradan bakın, bir defa da buradan, hep birlikte kendimizi nasıl kandırdığımızı, oynadığımız demokrasi 'oyununu' görün” diyorum.

Olmuyor!

Bir umut, daha iki gün önce yine yazdım, 23 Nisan vesilesiyle: “Bir duvar yazısı: Ulusal Egemenlik”. Kadın milletvekili adayları için yapılan, KA.DER kampanyası söz konusu olduğu zaman, yine yazmıştım.

Yazılar, şu anda yaşadıklarımızın “temel” nedenini anlatıyordu, “İki dudak demokrasisi”ni.

Teşhis, bu kadar basit biliyor musunuz? Tedavi de o kadar basit: “siyasi partiler ve seçim yasalarını demokratikleştirmek”.

Tedavi basit, Anayasa değişikliği falan da gerekmiyor, ama imkansız: “Siyasi partiler yasasının yapılacak değişikliklerle, liderlerin milletvekili listelerinin tümünü ekipleriyle birlikte oluşturmalarının önüne geçmek, ön seçimi millete/partililere yaptırmak, zorunlu hale getirmek.”

Neden imkansız?: Tüm milletvekillerini, belediye başkanlarını, belediye meclis üyelerini seçme hakkını elinde tutan liderler ve ekipleri, böyle bir yasal düzenlemeyi yapmak istemeyecekleri için. Kamuoyu bununla neredeyse hiç ilgilenmediği için.

Ne kadar akıllı olursanız olun. Ne kadar ufkunuz geniş, birikiminiz, yetenekleriniz, eğitiminiz, deneyiminiz, bu ülkeye, yurttaşlarına adanmış olursa olsun. Partinizin programını , hedeflerini ne kadar güçlü temsil ederseniz edin. Farketmez. Lider ve ekibine boyun eğmezseniz, bir hiçsiniz.

Siyasal sistemimiz, milletin iradesi (bizlerin/hepimizin) 3-5 genel başkanın ve “ekiplerinin” elinde. Her şey onlara göre, onların iradesiyle biçimleniyor.

Ve o nedenle, bir başbakan, bir “cumhurbaşkanını” seçiyor. “Ekip” aralarında tartışıyor, uzlaşıyor, seçiyor. TBMM, “bizim” vekillerimiz sadece onaylıyor. Neden? Çünkü vekillerimizi de biz seçmedik, sadece onayladık.

Ve o nedenle, bir ana muhalefet ya da muhalefet lideri, “cumhurbaşkanının” kim olmayacağı/olacağı stratejisini sadece “kendi” ve “ekibi” belirliyor. Diğer vekilleri onaylıyor. Neden? Çünkü muhalefetteki vekillerimizi de biz seçmedik, sadece onayladık.

Türkiye, iktidarı ve muhalefetiyle, siyasi partiler ve seçim yasasının, “demokrasimizin” zaaflarından yararlanarak, birer “seçilmiş” kral gücüyle kuruldukları partilerinin başında, istedikleri gibi ülkeyi “yönetiyorlar.”

Biz ne yapıyoruz?: Liderlerin iki dudaklarının arasından çıkanları kabulleniyoruz. Onların insafına, vizyonuna mahkumuz. Hiçbir şey değişmeyecek, yüz binler miting alanlarında toplansalar da, iradelerini iktidar veya muhalefet, “liderlerin” elinden kurtarmadıkça…

Bu başarılmadıkça, “iki dudak demokrasisi”nde, ne sözünüzün ne oyunuzun ne de kimsenin bir hükmü var!

Onpunto / 24.04.2007

Bir duvar yazısı: Ulusal egemenlik*


Uzun bir yazıya hazır olun!

Gelecek hafta, bir 23 Nisan’ı daha kutlayacağız. Sevinecek küçükler, yine anlaşılmaz bir biçimde övünecek büyükler. Nutuklar atacaklar, milli iradenin üstünlüğü üzerine. 23 Nisan, bu nutuklarla kutlu olacak mı? Hayır, yine olmayacak. Böyle giderse hiçbir zaman da olmayacak.

Egemenlik, uzun yıllardır milleti basit bir “tasdikçi” konumuna indirgeyen, siyasi partiler ve seçim yasaları yüzünden hiçbir zaman kayıtsız ve şartsız milletin olamadı. Parti liderleri ve ekiplerinin elinde biçimlendi, önümüze sürülen aday listelerinin neredeyse tümü: Milletvekilleri, belediye başkanları, delegeler, il-ilçe başkanlıklarında siyaset yapanlar…

Hatırlar mısınız:
Başbakanımız geçen yıl ki 23 Nisan sonrasında Meclis’te, grup salonunda, yaptığı konuşmada “Egemenlik kayıtsız şartsız milletin olacak, duvarda değil milletin kendisinde olacaktır. (Milletvekilleri ayağa kalkarak alkışladı) … Bugün hukuka demokrasiye gölge düşürmeye yeltenenler, egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğu gerçeğini içine sindiremeyenlerdir” demişti.

Umutlanmış mıydık peki? Başbakan, egemenliğin millette olmadığını biliyor, diye. Hatta “egemenliğin” bir duvar yazısı olduğunu söylediği için. Egemenliği kendinde vehmeden bürokratik yapıları veya bazı kurumları eleştirdiği için. Elbette, hayır!

Çünkü uzun yıllardır “egemenlik”, tüm siyasi partilerin genel başkanları ve “ekiplerinin” elinde: Meclis’te veya Meclis dışında hiç fark etmiyor.

Asıl “egemenlik”, liderlerin ve onların iki dudağının arasında: Demokrasimizin üzerindeki asıl gölgeyi, siyasi partiler ve seçim yasalarını harfiyen koruyan, bu yasaların yarattığı vesayet rejimini içlerine sindiren, millete, vekillerini seçimden önce de “seçme”, aday olup yarışma hakkını çok gören, kendi hazırladıkları listeleri onaylatan liderlerin.

23 Nisan, hepimiz için, en anlamlı bayram. Neden?

Egemenliğin kayıtsız ve şartsız milletin olduğunu ilan ettik, 23 Nisan 1920’de. Osmanlı’daki teokratik devlet anlayışına kaynaklık eden “ilahi iradenin” yerini “ulusal irade” aldı. TBMM’sini kurduk, milletin kurucu iradesini, cumhuriyetimizin, demokrasimizin tam merkezine yerleştirme şansı yakaladık.

Şansı yakaladık, ama sonra, uzun yıllar bir daha bu şansla buluşamadık. Milletin iradesini kullanma biçimi olan siyaseti, siyasi partilerin genel başkanları ve ekiplerinin iradesine terk ettik. İcazeti kabul etmeyen, liderlere boyun eğmeyen yurttaşlarımızı, neredeyse tüm toplumu siyasetten yasaklı hale getirdik.

Böyle giderse, milli irade, hiçbir zaman tecelli edemeyecektir. Ulusal egemenlik, kayıtsız ve şartsız “iki dudağın” arasına sıkışmaya devam edecektir. “İki dudak demokrasisi”nin gölgesine Avrupa Birliği de rahatsız olmadan sığınmakta, zorladığı reformlarla bu gölgeden yararlanmanın ötesine geçmemektedir.

“Bu düzen değişmelidir!” diye yola çıkan liderlerin bile, yıllarca iki dudakları arasına sıkıştırdıkları “siyaset”, Türkiye’de milletten kopuk oynanan bir oyuna dönüştü. 1950’de sandıktaki oyunu kurtarmayı başaran millet, neredeyse 60 yıldır, genel başkanlar ve ekipler oligarşisine kaptırdığı, özgür iradesiyle siyaset yapma ve seçme hakkını kurtarmayı başaramadı.
Sandıkta kapalı oy, açık sayım özgürlüğü, bir adım öteye taşınamadı. Kimi genel başkanlar ve dar arkadaş gruplarının hazırladıkları listeleri onaylamanın ötesine geçemedi. Türkiye’de parti-içi demokrasi, demokrasiden korkan “demokratlar” sayesinde, bir siyasi parti içinde olmayan yegane şey oldu.

1950’den beri Türk Milleti, “tasdik” dayatmasına karşı bir alternatif oluşturamamıştır. Milletin oyuyla gelmek, emaneti devralmak, milletin kararıyla oluşan yüce irade gibi, her seçim söz konusu olduğunda edilen süslü sözler, asıl “irade”nin sahibinin hep üstünü örtmüştür. Bazı istisnalar dışında, neredeyse tüm seçimlerde, kendi milletvekillerimizi, belediye başkanlarımızı seçmiyor, belli ilişkiler ağı içinde adeta atanan adayları, sadece onaylıyoruz.

Sonra, her 23 Nisan’da neşe doluyoruz!

Ulusal egemenlik, Türkiye’de her yıl bayramı kutlanan bir rüyadır. Genel başkanların insafına terkedilmiştir. Evet, artık bir “duvar yazısı”dır. Yıllardır milli iradenin “tecelligahında” yer alan, Atatürk’ün “Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir” vecizesinin, “sağına”, “soluna”, hatta üstüne görünmez mürekkeple şu notlar düşülmüştür: İstikrar, uyum, parti disiplini, grup kararı, atama, ortak liste, delege ağalığı, ihraç, parti tüzüğü oyunları, görevden alma, merkez yoklaması …
Biliyorum, umutsuz olmanın kimseye faydası yok.

Hem Başbakanımız geçen yıl ki grup konuşmasında dememiş miydi: “…bugün üstü örtülmeye çalışılan kimi gerçekler, millet tarafından hep bir ağızdan söylenecek. O geleceğin milli egemenlik haftalarında bu ülkede milletin sesinden başka ses yankılanmayacak…”

Başbakan böyle demişti.

Demek bir gün, millet, kendisine ait egemenliği kullanan liderlerin ve ekiplerinin insafına kalmayacak. Siyasi partiler ve seçim yasası tam anlamıyla demokratikleştirilecek. Milletin iradesi, siyaset yapanların hakları, yargının, hukukun teminatında olacak. Milletin vekilleri, “iki dudağın” icazetini değil, milletin oyunu arayacak. Siyasette ehliyet ve liyakat, itaat ve sadakatten önde yer alacak.

Ülkemiz "İki dudak demokrasisi" değil, gerçek bir “demokrasi” olacak. Bir gün, “çocuklarımız” için…

Bir gün…

Olsun, “bir gün” diyebilmek, güzel şey!

* Her yıl aynı yazıyı yazmak zorunda kalmak, insanı umutsuzluğa sürüklüyor.
Onpunto / 21.04.2007

Bedavaya “Demokrasi” Yok!

Demokrasi tartışması tüm verimliliği ile sürüyor. Herkes eteğindeki taşları, “dalları” döküyor. Ağaç metaforu, uygun bir “zemin” sağlıyor aslında tartışma için. Sayın Kemal Öncü’nün ilerlediği yoldan devam edelim.

Demokrasi, somuttan soyut düşünceye geçen toplumlarda yaşamaz ve var olmaz sadece. Zaten böyle bir ön koşulu da yoktur.

Ama kendini somuttan soyuta geçerek “aydın” görenler için bazı temel koşulları vardır. Örneğin somuttan soyuta düşünme yeteneği olanlar, somutla soyutu karıştırmamalı, “paradigmalarının” dışında bir anlayış olabileceğini ön görebilmelidir. Aynı zamanda “soyutlamayı” demokrasi için ön koşul görenlerin, kimi grup ve düşünceleri toplumdan “soyutlamamaları” beklenir.

“Bir demokraside siviller ve sivil kurumlar/anayasal kurumlar demokrasiye sahip çıkmazsa askeri darbe için uygun bir ortam oluşur” dediğinizde “demokrasi düşmanı/ darbe yanlısı/darbe şakşakçısı” suçlamaları yağmur gibi yağar." diyorsunuz.

Hayır yağmaz! Yağıyorsa başka bir şeylere de bakmak gerekir. Kimi “siviller” ve “sivil kurumlar/anayasal kurumlar”, halk tarafından seçilmişlere, seçim sistemi ve hukuk sistemi açısından “meşru” kişilere “haddini” bildirmek için konuşuyorlarsa, onlara demokrasi sadece “haddini bildirme” değil “haddini de bilme” rejimidir, hatırlatması yapılabilir.

Tüsiad’a söz hakkı verenlerin, rektörlerden söz hakkını esirgemesi elbette söz konusu bile olamaz. Sivil toplum yürüyecek, konuşacak, eleştirecek. Ama kendisinin araması gereken çözümü, sırtını askere dayayan demeç ve önerilerle arama kolaycılığına girmeyecek.

Bekir Coşkun’un yazısına gelince, sadece bu yazısı değil, bir okuru olarak uzun zamandan beri yazdıklarını üzülerek okuyorum. Hatta daha önceki bir yazımda kendisi gibi düşünenlere özellikle atıfta bulundum. Dedim ki: “Her daim, dilinden demokrasiyi düşürmeyen, halkı “tercihlerini” ve "seçimlerini" sürekli küçümseyen, tehlikeye düştüğünü iddia ettikleri “cumhuriyeti” ordunun çıkaracağını umdukları “ses”le kurtarma telaşında olanları kastetmiyorum sadece. Onların çoğu da “nerden çıkarıyorsunuz, ben darbelere karşıyım, darbeler ülkemizi hep geri götürdü, diyorum ya!” stepnesini yanlarında taşımayı tercih ediyorlar. O da olmazsa “halk beni anlamadı, zaten anlayamaz” oluyor, bahanemiz.”

Ben Coşkun’un “samimi okurlarım bile niye beni böyle anladı, gülüm” sorusunun yanıtını “zaten beni isteseler de anlayamazlar, çünkü saflar” da aramak yerine “acaba ben ne anlatıyorum, ne yazıyorum uzun zamandır. Yazdıklarım “demokrasi”yle bağdaşıyor mu gülüm?” sorusunda aramasını tercih ederdim. Ama biliyorum ki bu da çok zor.

Bu ortamda “sadece” laik cumhuriyetin çocuklarından “ses” istemek, “demokratik cumhuriyet” olmak için daha emekleyen bir bebeğin, (ülkemizin) 4. kez (28 Şubat postmoderndi!) öldürülmesinden başka bir şeye yaramaz.

Ve gelelim “felsefe” turuna. Rahatlıkla “totoloji” olarak nitelenecek, görüşler, “analizler”.

Türkiye’de “demokrasi” vardır. Ama bu “demokrasinin” pek çok kusuru, eksiği de vardır. Değindiğiniz kusurların büyük bir kısmı, malumun ilamı niteliğinde. Ve elbette değişmesi arzu edilecek kusurlar.

Benim için en önemli kusur ise demokrasimizin askerlerin vesayeti kadar büyük bir problemi olan, “iki dudak demokrasisi”dir. (ltf. bu konudaki yazıma da bkz.)

Bu kusurlar var diye, “ askeri darbe” meşru olamaz. İki dudak demokrasisi de parlamentodaki “temsil” sorunları da, Anayasa, seçim sistemi ve siyasi partiler yasalarında yapılacak değişikliklerle halledilebilir. 24 yıldır çözülmeyen sorunların faturasını mevcut “iktidara” çıkaramazsınız.

Sorunları, beğenmediğimiz partiler “iktidar” olduğu, onların genel başkanlarının “cumhurbaşkanı” olma olasılığı belirdiği zaman, birden “milli iradenin” olmadığını hatırlayarak çözemezsiniz.

Çözmeye çalışırsanız, işte o zaman demokrasi ağacının ne dalı, ne yaprağı kalır. Bu çözüm, ağacın köküne baltanın inmesi anlamına gelir. Ve bu ağaç, her zaman olduğu gibi hepimizin üstüne devrilir.

İnsanımızın iradesini özgürleştirmek, darbecilerin değil, bizim elimizde. Elverişli koşulları, sağ-sol, türbanlı-türbansız, Alevi Sünni Kürt birlikte yaratacağız. Ama önce “demokrasi”nin yanında durarak: Gerekirse, laikliğe, özgürlüklere, adalete halel getirmeye, şeriatı egemen kılmaya çalışan iktidarlara, gerekirse iktidar heveslerini bize çözüm diye yutturmaya çalışan darbecilere karşı durarak. Emek vermeden, mücadele etmeden, direnmeden, bedavaya “demokrasi” yok!

Mücadeleyi, çözümü, beğenmediğiniz halkın “profiliyle” sağlayacağız. Askerleri rahat bırakıp, asli işleriyle uğraşmalarını sağladığımız zaman sorunlarımızı daha rahat çözebileceğiz. Kimi “sivil paşa” olma niyetlilerinin, korku bezirganlığıyla değil. Çözüm, “demokrasi”de, çünkü başka “halk”, başka “Türkiye” yok.

Bunu kavrayabildiğimiz zaman, aynen dediğiniz gibi, demokrasimiz için torunlarımız, bir umut çocuklarımız “kostaklanacaklar”.

Sayın Kemal Öncü'nün "Demokrasinin yürürlük tarihi" adlı yazısı için: http://onpunto.com/ShowBlog.aspx?Web=gaffarabla&CId=44859

Not 1: Tartışma adabıyla ilgili görüşlerim “Kimse kimseyi duymuyor ve “Türkiye’de bir konuyu tartışamamak” adlı yazılarımda mevcut. Bu konuda çok bir şey yazıp tartışmanın eksenini kaydırmayacağım. Yani benim için “onu öyle demezler….” düzeyine inilmemesi yeterli.

Not 2: Tekrara düşmemek için iki yazımdaki görüşlerimi burada tekrarlamadım. Uzunluklarına aldırmadan o yazılara da tekrar göz atarsanız sevinirim: “kendine demokrasi” ve “demokrasiden korkan demokratlar”…

Onpunto / 12.04.2007

“Kendine demokrasi”, demokrasi değildir

Cumhurbaşkanlığı seçimi yarışında son düzlüğe yaklaşıyoruz. Ve toplumda, Onpunto’da “demokrasi” tartışmaları arttı. 14 Nisan Mitingi de bu tartışmaların büyümesine katkı sağlıyor.

Ve bu konudaki sorun ve sorular “Demokrasi araç mıdır, amaç mıdır?” biçimine kolaylıkla dönüşebiliyor.

Soru, demokrasiyle ilgili sıklıkla böyle ortaya konuyor. Ama soru yanlış! Demokrasi, ne araçtır ne de amaç. Demokrasi, hepimizin ayaklarını bastığı zemindir. Çok fark etmeden, hep birlikte durabildiğimiz hayat alanımızdır. Eskiden, her 10 yılda bir, “siz bu ‘alan’da birlikte duramıyorsunuz, ben size duracağınız yeri göstereyim” diyenler, zemini ayağımızın altından kaydırırlardı.

Bu durumda, sadece demokrasinin hayatı değil, hepimizin hayatı kayardı. Önce anlaşılmazdı, ne kaydı: Ta ki gelirlerindeki azalma, sendikal haklardaki daralma, gelir dağılımındaki bozulma, sağlık, eğitim koşullarında gerileme vs. fark edilene kadar…

Demokrasiyi araç zannedenler, kaybettiklerini “niye kaybettik” diye sorgulamak yerine, “geçiş dönemi”ne odaklanır, demokrasiyi “amaç” edinirlerdi. Hangi demokrasiyi? Elbette, “kendine” demokrasiyi.

“Kendine demokrasi”, bu ülkedeki insanların, maalesef, büyük çoğunluğunun özlemidir. Hem araç, hem amaçtır, onlar için demokrasi. Amaçtır, “faşist” demokrasi, teokratik “demokrasi”, otoriter “demokrasi”, komünist “demokrasi”, laikçi “demokrasi” vb. neyse bunlar, ister dururlar. O nedenle de istedikleri demokrasiye geçmek için “demokrasi” araç, aynı zamanda istedikleri “demokrasi” de amaçtır.

Demokrasi, çok talihsiz bir rejimdir. Temellerini, özgürlükleri, eşitliği, laikliği ve hukuku(adaleti) koruyarak, bu amaç ve araç saplantısı içinde herkese ortak zemin olma gayretini sergiler. Ama büyük çoğunluk, ne yaparsanız yapın “kendine” demokrasi ister.

Demokrasi, insanoğlunun Antik Yunan’dan beri denediği, ama hala en zorlandığı yönetim biçimidir: Tahammülsüzlüğü adet haline getirenlere tahammül gösterir. Bir yandan “tahammülü”/”hoşgörüyü” birlikte, ama farklı düşünerek yaşayabilme iradesini gösterir, diğer yandan kendi temellerini kemirenlerin “fikirlerine”, hayat hakkı tanımaya çalışır. Bilir ki “en uç” fikirler, akımlar, yönelimler bile kendini zenginleştirebilir, geliştirebilir.

Demokrasi, siyah-beyaz arasında gidip gelenlere, “gri” seçeneğini sunanlara, “belki başka renkler de vardır”, deme şansıdır. Demokrasi, “belki” diyebileceğiniz bir yönetim sistemidir. Hatta, uğraşılırsa kendi renginizi “seçebileceğiniz” haklar manzumesi sunar: Fikrinize, eyleminize, yöneliminize, ifade yeteneğinize “şiddeti/nefreti” bulaştırmadığınız sürece…

“Kanlı mı olacak, kansız mı” deme şansı sağlar, ama diyenlere, bunun “ödettirilmesi” şansını da. Demokrasinin kendini koruma reflekslerindeki “şiddet”, elbette uygulayıcılarının “ufku”, hukuk düzeninin adil olmasıyla ilgilidir.

Ancak “kendine” demokrasi, “Amerika’yı tekrar keşfetme” derdinden muzdariptir ülkemizde. Yüzyıllardan gelen birikimi, bilgiyi ve en çok da “halkı” yok sayar, arsızca. Utanarak izlersiniz, “korku bezirganlığını”, bazen bir profesörün dilinde, bazen bir siyasi partinin genel başkanının demecinde, bazen bir köşe yazısında…

Uzatmayalım, ülkemizde Cumhurbaşkanlığı seçimine giderken elbette “demokrat” olmak, “korkunun” egemen kılınmaya çalışıldığı bir süreçte zordur, bunu tartışmak daha da zordur. Fakat, imkansız değil.

Demokrasiyi, halkın “hayat alanını” korumak, cesaret ister, emek ister, umut ister, direnç ister, “bilinçli yurttaş” ister, ister de ister… Kimsenin kimseye zırnık koklatmadığı bu devirde, üstelik.

onpunto / 10.04.2007

12 Haziran, 2007

Demokrasiden korkan demokratlar

Demokrasiden korkan demokratlar, her kritik eşikte ülkenin önüne duvar örenlere koşa koşa tuğla taşırlar. Her demokrasi sınavında bu nedenle de çakarlar. Ve darbeciler de sonra onlara bir daha çakarlar. Çok uzakta değil, emekli darbeci Devlet Başkanımız Kenan Evren’in hala kitapçı raflarında bile ulaşılabilir durumdaki anılarına/kitaplarına göz atanlar, nasıl çaktığını da okurlar.

Her daim, dilinden demokrasiyi düşürmeyen, halkı “tercihlerini” ve "seçimlerini" sürekli küçümseyen, tehlikeye düştüğünü iddia ettikleri “cumhuriyeti” ordunun çıkaracağını umdukları “ses”le kurtarma telaşında olanları kastetmiyorum sadece. Onların çoğu da “nerden çıkarıyorsunuz, ben darbelere karşıyım, darbeler ülkemizi hep geri götürdü, diyorum ya!” stepnesini yanlarında taşımayı tercih ediyorlar. O da olmazsa “halk beni anlamadı, zaten anlayamaz” oluyor, bahanemiz.

“Darbecilere/askeri darbeye” karşı olmakla, Türk ordusuna karşı olmayı birbirine karıştıranlar ve her fırsatı, mümkünse “orduya” giydirmek için değerlendiren “demokratlar” var ki, “demokrasimize” onların verdiği zararı kimse vermiyor.

Demokrasi, “demokrasiyi öldürebilen”, kendi totaliter yönetim arayışlarına kimilerinin ulaşması için fırsatlar sunan bir araç gibi de algılanabiliyor. Sık sık bunun demogojisiyle de zaman yitiriyoruz. Öyle ki özellikle uyanık “şeriat”/”din devleti” özlemcileri için bir araçmış gibi sunuluyor. Ama önce, bunu böyle sunanların, sanki kimsenin göremediklerini görüyorlarmış gibi davrananların elinde katlediliyor, demokrasi.

Bir de tüm hayatı “siyah-beyaz” gören, “hadi söyle bakalım: Şeriat mı Darbe mi?” açmazında olduğumuz yanılgısını pompalayanlar var. Sanki yeni bir şey söylüyormuş gibi “gri”yi demokrasi zanneden “demokratlardan” geçilmiyor. Önce akıl fikir, sonra sabır dilemek düşüyor bize, konuşabilmek için: Demokrasinin “grinin tonları” değil, çok renklilik ve her rengin birlikte yaşayabilme iradesi olduğunu anlatabilmek için…

Burada demokrasi teorisi anlatacak değilim. Kütüphaneler, hatta internet bu konuda sayısız kaynak sunuyor. Ancak bir ay içinde Türkiye’de yaşayacaklarımız ya da kapalı kapılar ardından bize sızamayanlar için “uyanık” olalım, diyorum.

Hepimizi özgür ve eşit kılan, hukuku/adaleti yaşatabileceğimiz yegane yönetim biçimi, demokrasi. Ve onu, Türkiye’yi ne kadar çok seviyorsak, o kadar korumak zorundayız. Demokrasi, cesaret ister ve ancak kendine sahip çıkan “yurttaşlarla” yaşayabilir.

Demokrasimizi herkese karşı korumak zorundayız: Sivil ya da asker, ama en çok da demokrasiden korkan demokratlara karşı…

Onpunto /10.04.2007 / O. Suat Özçelebi

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails