30 Mayıs, 2007

Erkek Demokrasiden Gerçek Demokrasiye

Ka.der’in kampanyasının ardından ben de bir yazı yazdım. Onpunto’da yer aldı: “İki dudak demokrasisi.” Tekrarlamayacağım tüm yazdıklarımı. Özetle, Kader’i desteklediğimi, ama Türkiye’nin çok temel bir sorunu çözülmedikçe başarı şanslarının olmadığını anlatmıştım.

Her şeyi, siyasi partilerin lider ve ekibinin iki dudağı arasına şıkıştıran, siyasi partiler yasamız yerinde durdukça, Türkiye’de kota da getirseniz, kadın adayları üst sıralara liderlerin lütfuyla yerleştirseniz de, “kendi iradelerini” sergilemeleri ve tam anlamıyla “milletin vekili” olmaları imkansız.

Şimdi, daha fazla ayrıntıya girmeden, bu eleştirimi saklı tutuyorum.

Sayın “sozal” Kader’in kampanyası ile ilgili bir yazı yazdı. Ka.der’in kampanyasına getirdiği eleştirilerin neredeyse hiçbirine katılmıyorum. Kadınlar tarafından tipik “erkek egemen” olarak nitelenen bir bakış açısı. Aslında kendi sorduğu soruların yanıtlarını, yazısı içinde yine kendi verdiği halde, bazı konuları açmakta yarar var.

Uzun bir yazıya-yanıta hazır olun!

Ka.der’i yanlış anlamayın! Ka.der kampanyasında neler söylüyor? Gelin önce onlarda anlaşalım. Ka.der “TBMM’ye hep erkekler girdi, bu defa da kadınlar girsin” demiyor. Kadınlar da girsin, hatta %30 oranında temsil şansı, “cinsiyet kotası” istiyor.

"Erkek olmak şart mı?" diye sormasının nedeni, kadınlara “yurttaş” olarak, 1934 yılında “verilen” seçme ve seçilme hakkına rağmen parlamentomuzun hala erkeklerle dolu olması. (% 4 kadın) Bugün Türkiye’de de kimi hakların hukuken olması, ama “zihniyet” açmazı nedeniyle fiilen uygulanamaması “kadın hareketlerinin” ayrıca çaba harcamasına yol açmaktadır.

Bir “kadının”, bu durumda "erkek olmak şart mı?" sorusunu sorması kadar doğal ne olabilir? Dünyada, Avrupa ülkeleri dahil 81 ülkenin anayasalarında ve yasalarında “cinsiyet kotası” var.

Neden var?

“Kimilerinin, biz insanların birikimine bakarız, donanımına bakarız, bacaklarının arasında ne olduğuna değil.” diye “dahiyane” ve “amiyane” biçiminde ifade ettiklerini hiç düşünemedikleri için mi? Çok naif ve “siyaseten doğrucu” (politically correct) oldukları için mi?

Yanıt belli: Elbette değil!

Bu kota sağlanmasaydı, her halde bir yüzyıl daha her şeyi “erkekler” yöneteceği için... Kadınların uğradıkları ayrımcılık, şiddet, eğitim, sağlık, kültür, yoksulluk, kariyer koşullarında iyileştirmeler, yine “erkeklerin” beynine/eline bakacağı için...
Kadın bakış açısı ve duyarlılığının, erkeklerin yüzyıllardır hep eksik bıraktıkları, önemsemedikleri ve sahiplenmediklerini sahipleneceği için...
Hepimizin insan, ama yüzyıllardır erkeklerin kendilerini daha “insan” sandıkları için...

Uzatmayayım...

Kadın sorunlarını, “erkek egemen bakış açısı”ndan kurtulmuş “insanlar” çözebilir. Önce “erkek egemen bakış açısı nedir?” sorusunu kendine sormaktan başlayarak. Ve bunun en önemli adımı, öncelikle “eşit temsil”dir.

Bu, evet, feminist bir yaklaşımdır. Ama feminizm nedir? En basit anlamıyla, “bir toplumda kadın haklarının yaygınlaşması için çaba harcamak, erkeklerle eşit düzeye gelmesine çalışmak”dır. Bu yaklaşım, hepimizin sahip olması gereken bir yaklaşım değil mi? Yani bu anlamda hepimiz “feminist” değil miyiz?

Ama eğer feminizmden, “erkek düşmanlığı”nı anlıyorsanız, zaten sorun, başka yerde demektir. Her şeyin aşırılığını yapanlar ve bununla kendini ifade edenler bulunabilir. Ama tüm kadın hareketi ve mücadelesini bu tür aşırı akımlara bağlayamazsınız.

Evet, Ka.der önce kadın olduğu için, “kadınlar” seçilsin istiyor: Çünkü on yıllardır indir/kaldır bir parmak olarak seçilen erkeklere, hiçbir “erkek” çıkıpta “senin donanımın ne, bilgin ne, eğitimin ne, ne oluyor?” demedi. Kadınlar sözkonusu olunca, “benim için en önemli olan budur” diyenler nedense sıraya giriyor.

Sayın “sozal” İkdam gazetesi’nden güzel bir alıntı yapmış:
“İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan oluşur. Kabil midir bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki bir cismin yarısı toprağa bağlı kaldıkça, öteki yarısı göklere yükselebilsin?"( 1 Eylül 1925 İkdam Gazetesi)

Aslında bu alıntıda şu andaki durum özetleniyor. Çünkü bugün de sayın “sozal”ın söylediklerinin tersine, tüm dünyada ve ülkemizde kadınlar toplumsal fırsatlardan ve kaynaklardan eşit bir biçimde yararlanamıyorlar.

Birkaç istatistik yeterli olacaktır:
2000 yılı itibariyle 6 yaş üstü nüfus içinde okur yazar olmayanların sayısı 7,6 milyondur. Bunun 5,7 milyonu kadın, 1,9 milyonu erkektir.
2000 yılı 12 yaş ve üstü üzerine işgücü istatistiklerine göre iktisaden faal nüfusa katılan kadın sayısı 10,2 milyon, erkeklerde ise 18,4 milyondur.
Meslek gruplarında kadın ağırlıklı tek alan 100 erkeğe 131 kadının düştüğü tarımsal faaliyetlerdir.
Örnekleri artırmak mümkün.

Siyasetin, kadınlara yönelik daha fazla güçlük çıkardığı doğrudur. Evdeki iş bölümü, annelik, “taciz riskleri” ve başka birçok neden sayılabilir. Ama bunların hiçbiri kadınların üstesinden gelemeyeceği engeller değildir. En büyük engel, kendi alanlarını kadınlarla paylaşmak istemeyen “erkeklerdir”.

Aynı sayın “sozal”ın söylediği gibi “ayıp olmasın diye erkeklerin seçtiği kadınlar” olmak istemiyor kadınlar. Ama bunun engellemenin yolu sözünü ettiğim gibi sadece kota değil, siyasette lider egemenliğine son vermek...

Kadınlar kadın oldukları için değil, “ayrımcılığa” uğradıkları için, bu toplumun yarısını oluşturdukları için bugün parlamentoda eşit temsil istiyorlar. Kadınlar dar bir çıkar grubu değildir. Diğer gruplar, etnik kökene sahip olanlar, meslek grupları çıkarlarını savunan temsilciler seçtirebilir, sivil toplum örgütleri, odaları vb. ile zaten bunu yapıyorlar. Kadınların bunun için bir “seçim bölgesi” de yoktur.

Ka.der erkeklerin de üye olduğu bir kadın örgütüdür. KA.DER’ in yoğun çabaları, bu kampanyadaki büyük masrafları boşuna değil. Bugün dikkat çeker, yarın etki yaratır, gelecekte sonuç verir.

Erkek demokrasiden, gerçek demokrasiye geçmenin başka yolu yok. Kentli-köylü ezilen, perişan durumdaki kadınların kurtuluşu da siyasette, lider hegomonyasını, icazetini aşabilecek temsil yeteneğine sahip kadınlarla, erkeklerin birlikte çalışmalarıyla gerçekleşecektir.

Bu tartışmada ironik olan bir diğer konu, iki erkek kafa kafaya verip, bunu tartışıyor olmamız. Açıkcası bir “kadının” da bu konuda söz almasını tercih ederdim.

Sayın sozal'ın yazısı için: http://onpunto.com/ShowBlog.aspx?Web=ssirri&CId=40398

Veriler: Eşit temsil için cinsiyet kotası /Erkek demokrasiden gerçek demokrasiye, Ka.der yayını (2005)

onpunto / 24.03.2007 / O. Suat Özçelebi

İki dudak demokrasisi

Kadınlar siyasette daha fazla yer almak ve temsil oranlarını artırmak için haklı olarak seslerini yükseltiyor. Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği (Ka.der) 2007 seçimleri öncesinde adaylık süreçlerine kadınların daha fazla katılmalarını sağlamaya çalışıyor. "Meclise girmek için erkek olmak şart mı?" adlı kampanyada temel amaç, siyasi partilerin aday listelerinde seçilebilecek yerlerde kadınların da aday gösterilmesini sağlamak.

Ka.derli kadınlar hazırladıkları posterlerde aslında, kendilerine değil, bu toplumda gittikçe kemikleşen ayrımcılığa “bıyık takıyorlar”. Ayrımcılığın her anlamdaki erkek yüzüyle, hem erkekler hem de toplum yüzleşebilsin, diye.

Ancak bu yüzleşmenin önüne dikilen ve "ayrımcılık" dışındaki, asıl büyük engeli göremiyorlar. Bu engel, demokrasimizi, siyasi partiler rejimimizi “iki dudak demokrasisi”ne indirgeyen, "siyasi partiler yasası"dır.

Bir siyasi partide herkes hukuksal güvenceye sahip olmadan, o partide-ülkede demokrasiden ve eşit koşullarda yarıştan söz etmek mümkün değil. Milletin önüne “sandık” koymak, demokrasi için yeterli değil. Sandığın öncesi ve sonrası demokrasiden ve adaletten nasibini almamışsa, ortaya sadece “iki dudak demokrasisi” çıkıyor.

Lider ve ekibinin, iki dudağı ve insafıyla oluşturulan milletvekili listelerine izin veren siyasi partiler yasasıyla, aslında sadece kadınlar değil, erkekler de on yıllardır ayrımcılığa uğruyor.

Erkek egemen bakış açısının TBMM’de “egemenlik kayıtsız şartsız erkeklerindir” biçimine birçok kez bürünebildiğinin artık herkes farkında. Ka.der’in kampanyası, Meclis'te kadınların sorunlarını sadece erkeklerin değil, erkeklerle birlikte eşit düzeyde ya da en azından sesi daha gür çıkacak sayıda kadınla çözülebileceğini görmemizi istiyor.

Ancak kadınlarımız, yükselen sesleriyle öncelikle “egemenlik kayıtsız şartsız liderlerindir” biçimine bürünmüş Meclisimizin dönüşmesine öncülük etmelidir. Bu temel sorun çözülmezse, düşük sayıda temsil, sadece liderlerin "lütfuyla" çözülebilir. Elbette kimse lütuf istemiyor. Kadınlar da millet de kendi iradesiyle seçmek-seçilmek istiyor.

Millet, her seçimde neredeyse tasdikçi konumuna indirgenmiş durumda. Uzun yıllardır liderlerin ve yakın çevrelerinin seçip, düzenledikleri milletvekili listelerini onaylıyorlar sadece. Yani Meclis'e girmek için "erkek" olmak da yetmiyor.

Kendinizi boşuna aldatmayın, parti-içi demokrasi yoksa, milletvekili listelerinde hiçbir şansınız yok. Ka.der’in kampanyasının, kadınlarımızın, gençlerimizin, erkeklerimizin, hepimizin kaderi, her seçimde olduğu gibi parti liderleri ve ekiplerinin iki dudağının arasında...

Siyasette İnovasyon -I-

İş dünyası, 90’ların ortasından beri yeni bir kavramla dönüşüyor.: Birçok alanda kullanılan inovasyon. Yani, “yenilik”. Ama bu “yenilik”, her zaman kullandığımız anlamın çok ötesine geçen bir içeriğe-güce sahip. Aynı şekilde siyasette “inovasyon” derken, bildiğimiz anlamda “yenilik” anlayışını aşacak yaklaşımlardan söz ediyorum.

Siyaset dünyasına, iş yaşamından böyle bir kavramı uyarlamak kimilerini rahatsız edebilir. Liberal bir söylemin parçası olarak görülebilir. Günümüz dünyasında artık kimi olguları/sorunları çözümlemek için inter-disipliner yaklaşımlardan, multi-disipliner yaklaşımlara yönelen kişiler ise, inovasyonun siyasete de farklı bir bakış açısı getireceğini düşüneceklerdir.

İnovasyonu, “yenilik” kavramının ötesine taşıyan, “bilgi”yi yeni ya da eski, bir kaldıraç gibi kullanmasıdır. Bu açıdan siyasetçilerimizin inovatif bir bakış açısı kazanmaları ve inovasyonu kamunun, eğitim süreçlerinin bir parçası yapmaları, topluma yönelik olarak yaratıcı çözümler/ürünler geliştirilebilmesi için zorunludur.

Siyasette inovasyon kavramını kullanmamın önemli bir nedeni daha var: İş dünyasında yaşanan temel bir sorunun gittikçe siyasal yaşamımıza, siyasi partilerimize egemen olmaya başladığını düşünüyorum. Birbirini, ürünlerini taklit eden şirketler gibi, bırakın yenileşmeyi siyasi partilerimiz gittikçe “aynılaşıyorlar”. Söylemlerindeki farklılıklar, birbirinin benzeri parti programlarının içinde kaybolurken, Türkiye’nin temel sorunları karşısında yaratıcı çözümler önermekten uzaklaşıyorlar. O kadar ki siyasi yelpazenin sol veya sağında yer alan birçok partinin hızla merkeze yöneldiklerini, neredeyse ortak sloganları dillendirdiklerini görüyoruz.

Bunun birçok nedeni var: Ancak bu konudaki neden-sonuç ilişkisi yumurta-tavuk hikayesine dönüşmüş durumda. Kısaca tam neyin sonuç, neyin neden olduğunu kestirmek güç. Bu konuda da yapılmış ciddi bilimsel çalışmalar bir elin parmaklarını geçmiyor. Seçmen ve seçimlerle ilgili boyut üzerine yapılabilecek gözlemler, sorunu çözümlememiz için bize daha çok fırsat tanıyor. Son 10-15 yılda Türk seçmeninde belirgin oranda siyasal tercihlerini değiştirme ve % 25-30 oranında bir uçtan diğer uca giden, farklı partilere yönelebilme eğilimi belirdi. Önemli sayıda seçmen, oyunu, bir seçimden diğer seçime bambaşka adreslere yönlendirebiliyor. Eğilimini sandığa gitmeyerek gizleyebiliyor ya da "umursamazlık" biçiminde gösterebiliyor.

Oy akışkanlığı 2002 seçiminde zirve noktadaydı. %21’lik DSP, %1,5’luk bir parti haline dönüşürken, DYP, ANAP, MHP gibi güçlü tabanları olduğu düşünülen birçok parti %10 barajını bile aşamadı. Daha önce siyaset sahnesinde olmayan Genç parti ve Ak parti %40 civarında oy aldılar. Bu durum, genel seçimlerden farklı olarak belli ölçülerde değerlerin, yöresel etkilerin, adayların daha fazla rol oynadığı, yerel seçimlerde de(2004) çok değişmedi, sürdü.

Seçmen, 2002’de çeşitli nedenlerle tepki oylarına dönüştürdüğü siyasal tercihlerini, “konjonktüre” bağlı olarak farklılaştırabileceğini kamuoyu araştırmalarında çıkan "çelişkili" sonuçlarla doğruluyor. Partiye oy verenlerin sadakati, lider oy verenlere göre neredeyse hiç kalmamış görünüyor. DYP “köylü”, ANAP “kentli” partisidir, CHP “sol” partidir, MHP sadece “milliyetçilerden” oy alır, AKP “din” temelli bir partidir, gibi yaklaşımlar, artık seçmenin kararını analiz ederken kullanılabilecek klişeler olmaktan, çok uzun zaman önce çıktı.

Ayrıca “onlar bende de var", ya da “o ne veriyorsa ben 5 mislini veriyorum” rüşvetleri, kimi seçmen için geçerliliğini korusa da seçimin sonucunu etkileyecek olan “ikna” edici, “inovasyonu/yenileşimi” ifade etmiyor. Özellikle ekonomik sorunlar bağlamında yeni program oluşturma ve temel sorunlara çözüm geliştirme üzerinden giderek farklılaşamayan partiler, ya iktidarın uygulamalarını eleştirmekle yetiniyorlar ya da çok eski bir argümana yeniden dönüş yapmayı tercih ediyorlar: İdeolojik kamplaşma.

Şu anda 2007 seçimlerinin okuması, iki farklı kampın seçmen de bulacağı karşılık üzerinden yapılıyor: Laik-Antilaik, Milliyetçi-Bölücü. Alt gruplar da var. Ulusalcılar, AB’ciler, Liberaller, Komplocular vb…

Uygulanan ekonomik programın, toplumun siyasal karar ve tavır dinamiklerine yön verip vermediğini, kamplaşmanın oy davranışını/eğilimlerini belirleme gücünü ise seçim sonuçlarına bakarak göreceğiz. Ve bu kamplaşma keskinleşirken, “siyasette inovasyondan” söz etmek elbette mümkün değil. Görünen köy kılavuz istemiyor: Seçim kampanyalarında başarı, kendini topluma beğendirme ölçüsü, kimin daha milliyetçi, kimin daha laik, kimin daha bölücü ya da bölücü fikirlerin sahibiymiş gibi seçmene sunulmasında aranacak görünüyor. Yani, 2002'de yaşadıklarımızın bir yeni versiyonu.

Seçmen yine uzun zamandır, kamplaşma dışında neredeyse her anlamda “benzeşen” partiler arasında karar vermekte, “duygusal kararsızlığını” giderecek politikaları algılamakta çok zorlanıyor. Bunun bir sonucu olarak seçime katılım oranlarında Türkiye’de görülmeyecek düzeyde azalmadan söz edilebilir. Genelde %85’in altına çok inmeyen katılım, son seçimlerde %70’ler seviyesinde seyretti.

Herkese her ürünü, aynı şekilde satmaya çalışan bir şirket gibi davranan, kendini “konumlandıramayan” , hedef kitle analizlerini yapamayan partiler-liderler, ortak beklentileri/sorunları yakalama gayretiyle seçmenin temel sorusuna yanıt veremiyorlar: “Neden sizin liderinize/partinize oy vereyim?”

Bu kritik soruyu yanıtlamanın yegane yolu, ülkenin/seçmenin temel sorunlarına karşı “inovatif” bir programı, stratejik siyasal iletişimden yararlanarak sunmaktan geçiyor.

İnovasyon/yenileşim, temelde başkalarının daha önce önermediği, bulmadığı, kullanılmayan, olmayan bir şeyi sunmak, ya da varolan bir şeyi, işe yarayan “bambaşka” bir şeye dönüştürmektir. Siyasi rekabette öne çıkmak, yaşam kalitemizi, refahı artırmak için şu anda en gerekli olan, “olmayan” bir şeyi var etmek, hayal gibi görünse de…

Kırılma Noktası / Siyasal İletişim Gazetesi / 30.01.2007

25 Mayıs, 2007

Seçilmek istiyorum!

'Yerel Gündem 21 Ulusal Gençlik Parlamentosu' üyeleri 6 Ekim’de seçilme yaşının 25'e indirilmesi için bir kampanya başlattılar. 73 ildeki temsilcileri kanalıyla TBMM’ne ve tüm siyasi partilere sesleniyorlar: 'Seçilmek istiyorum'. 18 yaşındakilerin kazandığı seçme iradesinin yanına, milletvekilliği seçimlerinde, 30 yaşından 25'e indirilecek bir de seçilme iradesi eklemek istiyorlar. Temsilde adalet ilkesinin gereği, yerine getirilsin istiyorlar. Daha demokratik, katılımcı bir yönetim, ülke istiyorlar. İsterler, hakları. Üstelik başbakan, muhalefet partileri hepsi bu değişikliği destekliyor, Anayasa değişiklği için teklif de verdiler. Ama birilerinin gençlerimize “Türkiye’de ‘seçilmek’ nedir?”, bunu da anlatması gerek. Bu hakkı kullanmak için gerçekten “seçilmek” gerektiğini.

Sevgili gençler,Bildirinizi okudum. Bildirinizin başında, “bizler demokratik süreçlerde seçilen gençlik parlamenterleriyiz” diyorsunuz. Ama biliyor musunuz ki ülkemizde, bir siyasi partide demokratik süreçlerle seçilen bir aday olma şansınız hemen hemen yok. “Seçilmediyseniz”, genel başkanların ve ekiplerinin iki dudakları arasından isminiz fısıldanmadıysa, onaylanmadıysanız, “milletvekili” olma şansınız hiç yok! Bu şansınızı zorlayacak, elinizde tutacak demokratik haklarınız da yok!

“Olsun! 25 yaşındaki gençlerin seçilme hakkı olsun da bir bakalım”, diyebilirsiniz. Elbette, seçilme hakkı 25 yaşındakiler için de olsun. Ama bu hak, gerçekten halkın sizi seçebilme hakkı olsun. İki dudağın “seçme hakkı” değil. 30 veya 25, "iki dudak demokrasisi"nde yaşın hiçbir önemi yok!

Bildirinizde diyorsunuz ki, “bizler sadece geleceğin liderleri değil, bugünün de ortaklarıyız.” Doğru, hepimiz bugünün de ortaklarıyız ve ortak bir sorunumuz var: Türkiye’de siyaset yapma kültürü ve bu kültürün temel ürünü, “Siyasi Partiler ve Seçim Yasaları.”

2007’de seçim var. Anayasa’nın 67. maddesinin son fıkrası şöyle diyor: "Seçim kanunlarında yapılan değişiklikler, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanmaz."

Yani son genel seçim, 2002'nin 3 Kasım'ında yapıldığına göre, TBMM eğer erken seçim kararı almazsa, yeni genel seçime bir yıl bir ay var. Bir ay içinde bu Anayasa değişikliği yapılamazsa 6 yıl sonraki seçime kalacak, tüm talepler. Daha da önemlisi temsilde adalet ve yönetimde istikrarın önündeki en büyük engel olan siyasi partiler ve seçim yasaları, “iki dudak demokrasisi”, tüm hükümranlığını yine sürdürecek.

Sevgili gençler,Türkiye’de siyasal partiler, “siyaset yapmak” değil, siyasetten kendinizi yasaklamak için gireceğiniz kurumlara dönüşmüştür. Uzun yıllardır siyasi partilerimiz, ülkemizde demokratik siyasi hayatın vazgeçilmiş unsurlarıdır.

Türkiye’de siyaset yapmak, milletvekili olmak, genel başkanlar ve ekiplerinin vekili olmak, sözlerinden dışarıya çıkmamakla aynı şeye dönüşmüştür. Milletin vekillerinin üzerindeki bu vesayet, “milletvekilinin itibarını” da halk nazarında tartışmalı hale getirmiştir. Bunu içine sindiremeyenler, partilerinden ya istifa etmek ya iyice geri planda kalarak siyasal yaşamlarını sürdürmek ya da bağımsız aday olarak parlamentoya girmek zorunda kalmaktadır.

Lidere ve ekibine indirgenen parti yönetimi, liderin iki dudağı arasına göre biçimlendirilmiş “yasal” tüzük ile oluşturuluyor. Parti içinde tüzük, disiplin ve yargı sistemi, lider ve ekibinin inisiyatifinde, tüm kararlar onların kontrolundadır. Üye listelerini belirleme, güncelleme, ön-seçim gibi temel işleyişi düzenleyecek tüm adımlarda bağımsız yargının denetleme işlevi pratikte uygulanamamaktadır. Parti örgütünün seçimleri partinin kayıtlı tüm üyelerinin katılımıyla, gizli, serbest, eşit, genel oy, açık sayım ve döküm esaslarına göre, bağımsız yargı denetimi altında yapılamamaktadır.

Tüm partililer, seçimle gelinen görevlerden rahatlıkla, genel merkezin keyfi kararlarıyla uzaklaştırılabiliyor, üye-delege iradesi kolaylıkla yok sayılabiliyor. Parti yetkilisi, il-ilçe başkanı veya milletvekili olsanız da iki dudağın insafından çok uzaklaşamıyorsunuz. Her onaylanmayan davranışınızın, sivri demecinizin ardından, faks makinesinin başında görevden alma yazısının geleceği günün stresiyle, ömür dolduruyorsunuz.

Bir demokrasi, parlamenter sistem, siyasi partisiz varolamaz; bir siyasi partiler rejimi de parti-içi demokrasi tam anlamıyla olmadan işleyemez. Ancak bizim ülkemizdeki gibi, “işler gibi” görünebilir: Adaylar çıkar, “seçimler” yapılır, oylar verilir,parlamento oluşur. Ama seçilen, yeniden seçilen ve her zaman seçilen, lider ve ekibi olur. Milletin önüne “sandık” koymak, demokrasi için yeterli değil. Sandığın öncesi ve sonrası demokrasiden ve adaletten nasibini almamışsa, ortaya sadece “iki dudak demokrasisi” çıkıyor.

Sevgili gençler,“Seçilmek istiyorum!” diyorsunuz. Kendilerini adeta “seçilmiş kişi/mesih” zannedenlerden bizi kurtarmak istiyorsanız, halk iradesine, cumhuriyete ve demokrasiye inanıyorsanız, gerçekten meşru olarak “seçilmek” için, önce kendi iradenizle bir konuda büyük bir "seçim" yapmanız gerekiyor: Ülkemizi “iki dudak demokrasisi”ne mahkum eden siyasi partiler ve seçim yasalarını değiştirmek.

İnanıyorum ki bu “irade” için, muhtaç olduğunuz akıl, sağduyu, cesaret ve basiret, beyninizde, yüreğinizde mevcut!

Ne mutlu, gerçekten demokratik bir Türkiye’de yaşıyorum diyebilenlere!

Kırılma Noktası/Siyasal İletişim Gazetesi/06.10.2006

Bir duvar yazısı: Ulusal egemenlik

Geçen hafta, bir 23 Nisan’ı daha kutladık. Sevindi küçükler, yine anlaşılmaz bir biçimde övündü büyükler. Nutuklar attılar, milli iradenin üstünlüğü üzerine. 23 Nisan, bu nutuklarla kutlu oldu mu? Hayır, yine olmadı. Böyle giderse hiçbir zaman da olmayacak. Egemenlik, milleti basit bir “tasdikçi” konumuna indirgeyen, siyasi partiler ve seçim yasaları yüzünden hiçbir zaman kayıtsız ve şartsız milletin olamadı. Parti liderleri ve ekiplerinin elinde biçimlendi, önümüze sürülen aday listelerinin neredeyse tümü: Milletvekilleri, belediye başkanları, delegeler, il-ilçe başkanlıklarında siyaset yapanlar…

Başbakanımız Bayram sonrasında Meclis’te, grup salonunda, yaptığı konuşmada “Egemenlik kayıtsız şartsız milletin olacak, duvarda değil milletin kendisinde olacaktır. (Milletvekilleri ayağa kalkarak alkışladı) … Bugün hukuka demokrasiye gölge düşürmeye yeltenenler, egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğu gerçeğini içine sindiremeyenlerdir” dedi.

Umutlandık mı peki? Başbakan, egemenliğin millette olmadığını biliyor, diye. Hatta “egemenliğin” bir duvar yazısı olduğunu söylediği için. Egemenliği kendinde vehmeden bürokratik yapıları veya bazı kurumları eleştirdiği için. Elbette, hayır! Çünkü uzun yıllardır “egemenlik”, Meclis’te veya dışında olan, tüm siyasi partilerin genel başkanları ve “ekiplerinin” elinde. Sandıktan halkın oyuyla çıktıkları için mi? Niçin? Demokrasimizin üzerindeki asıl gölgeyi, siyasi partiler ve seçim yasalarını harfiyen korudukları için. Bu yasaların yarattığı vesayet rejimini içlerine sindirdikleri için. Millete, vekillerini seçimden önce de “seçme”, aday olup yarışma hakkını çok gördükleri, kendi hazırladıkları listeleri onaylattıkları için…

23 Nisan, hepimiz için, en anlamlı bayram. Neden?

Egemenliğin kayıtsız ve şartsız milletin olduğunu ilan ettik, 23 Nisan 1920’de. Osmanlı’daki teokratik devlet anlayışına kaynaklık eden “ilahi iradenin” yerini “ulusal irade” aldı. TBMM’sini kurduk, milletin kurucu iradesini, cumhuriyetimizin, demokrasimizin tam merkezine yerleştirme şansı yakaladık. Şansı yakaladık, ama sonra, uzun yıllardır bir daha bu şansla buluşamadık. Milletin iradesini kullanma biçimi olan siyaseti, siyasi partilerin genel başkanları ve ekiplerinin iradesine terk ettik. İcazeti kabul etmeyen, liderlere boyun eğmeyen yurttaşlarımızı, neredeyse tüm toplumu siyasetten yasaklı hale getirdik.

Böyle giderse, milli irade, hiçbir zaman tecelli edemeyecektir. Ulusal egemenlik, kayıtsız ve şartsız “iki dudağın” arasına sıkışmaya devam edecektir. “İki dudak demokrasisi”nin gölgesine Avrupa Birliği de rahatsız olmadan sığınmakta, zorladığı reformlarla bu gölgeden yararlanmanın ötesine geçmemektedir.

“Bu düzen değişmelidir!” diye yola çıkan liderlerin bile, yıllarca iki dudakları arasına sıkıştırdıkları “siyaset”, Türkiye’de milletten kopuk oynanan bir oyuna dönüştü. 1950’de sandıktaki oyunu kurtarmayı başaran millet, neredeyse 60 yıldır, genel başkanlar ve ekipler oligarşisine kaptırdığı, özgür iradesiyle siyaset yapma ve seçme hakkını kurtarmayı başaramadı. Sandıkta kapalı oy, açık sayım özgürlüğü, bir adım öteye taşınamadı. Kimi genel başkanlar ve dar arkadaş gruplarının hazırladıkları listeleri onaylamanın ötesine geçemedi. Türkiye’de parti-içi demokrasi, demokrasiden korkan “demokratlar” sayesinde, bir siyasi parti içinde olmayan yegane şey oldu.

1950’den beri Türk Milleti, “tasdik” dayatmasına karşı bir alternatif oluşturamamıştır. Milletin oyuyla gelmek, emaneti devralmak, milletin kararıyla oluşan yüce irade gibi, her seçim sözkonusu olduğunda edilen süslü sözler, asıl “irade”nin sahibinin hep üstünü örtmüştür. Bazı istisnalar dışında, neredeyse tüm seçimlerde, kendi milletvekillerimizi, belediye başkanlarımızı seçmiyor, belli ilişkiler ağı içinde adeta atanan adayları, sadece onaylıyoruz.

Sonra, her 23 Nisan’da neşe doluyoruz!

Ulusal egemenlik, Türkiye’de her yıl bayramı kutlanan bir rüyadır. Genel başkanların insafına terkedilmiştir. Evet, artık bir “duvar yazısı”dır. Yıllardır milli iradenin “tecelligahında” yer alan, Atatürk’ün “Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir” vecizesinin, “sağına”, “soluna”, hatta üstüne görünmez mürekkeple şu notlar düşülmüştür: İstikrar, uyum, parti disiplini, grup kararı, atama, ortak liste, delege ağalığı, ihraç, parti tüzüğü oyunları, görevden alma, merkez yoklaması …

Biliyorum, umutsuz olmanın kimseye faydası yok.

Hem Başbakanımız aynı grup konuşmasında demedi mi: “…bugün üstü örtülmeye çalışılan kimi gerçekler, millet tarafından hep bir ağızdan söylenecek. O geleceğin milli egemenlik haftalarında bu ülkede milletin sesinden başka ses yankılanmayacak…”

Şimdi yeniden umutlansak mı? Başbakan da dediğine göre, demek bir gün, millet, kendisine ait egemenliği kullanan liderlerin ve ekiplerinin insafına kalmayacak. Siyasi partiler ve seçim yasası tam anlamıyla demokratikleştirilecek. Milletin iradesi, siyaset yapanların hakları, yargının, hukukun teminatında olacak. Milletin vekilleri, “iki dudağın” icazetini değil, milletin oyunu arayacak. Siyasette ehliyet ve liyakat, itaat ve sadakatten önde yer alacak. Ülkemiz "İki dudak demokrasisi" değil, gerçek demokrasi olacak. Bir gün…

Olsun, bir gün diyebilmek, güzel şey!

Kırılma Noktası /Siyasal İletişim Gazetesi / 28.04.2006

21 Mayıs, 2007

Barajı değil, duvarı tartışalım!

Seçimlerde uygulanan yüzde 10’luk baraj, baraj değildir. Duvardır, duvar. Bu duvar, Türkiye’deki seçmenlerin neredeyse %50’sinin oyunu geçersiz kılmaktadır. Parlamentoda bu oylar hiçbir biçimde temsil edilememektedir. Ancak bu konuları tartışırken, her geçen gün daha da güçlenen, yükselen, herkesin bir gün kafasını çarptığı, tam önümüze örülmüş, gerçek duvarları gündeme getirmiyoruz.

Seçmenin % 100’ünün oyunu ikincilleştiren, demokrasimizin önünde dikilen, onu oy verme oyununa dönüştüren asıl duvarları farketmiyoruz. Üstelik AB’nin ve Kopenhag Kritercilerinin de görmezden geldiği, “sessiz” kaldığı duvarlar, bunlar.

Ülkemizde milyonlarca seçmen, her seçimde gider, genel başkanların ve “yakın çevrenin”, iki dudağının biçimlendirdiği listeleri tasdikler. Bu seçimlerde, milletin vekillerinin, adeta, atandığı listeler onaylanır. Yıllardır bu görünmez duvar, aşılamayan asıl duvardır. Millet, basit bir tasdikçiye indirgenmiştir. Bu gerçek karşısında, seçim barajı % 10 olsa ne olur, % 5 olsa ne olur? Milletin oyu, öncelikle bu duvara toslamaktadır.

Yüzde 10. Böyle bir oy barajı, dünyanın hiçbir ülkesinde yok. Bu dert, 1980'de yapılan askeri darbe döneminden kaldı. İstikrar uğruna, temsilde adaleti kolayca yok sayabilen darbecilerin mirası. Bütün demokrasiden korkan demokratlar, tek başına iktidar aşkıyla, şimdi bu baraja yapıştılar. Sanıyorlar ki, ülkeyi koalisyonlardan koruyarak istikrarı sağlamak; etnik kimlikleri sömüren partileri barajın altında tutarak Kürt sorununu çözmek, mümkün. Baraj, 25 yıldır var. Bu sorunlar çözüldü mü? Hayır!

Son seçimdeki “konjonktürün” sağladığı oy dağılımı nedeniyle, tek başına iktidar ve ana muhalefet olanlar, önümüzdeki seçimlerde %10’u geçebilecek olan 2 partiyle birlikte, tek başına iktidarı ve ana muhalefeti, yani “istikrar” sandıklarını da mumla arayacaklarını göremiyorlar.

Sadece onlar mı? Maalesef değil...

Son anketlerde yüzde 10 barajının üstünde kendini gören partiler de, “biz kesin barajın üstündeyiz; altındakiler düşünsün” havasındalar. Girdikleri havanın, anket gazıyla oluşup oluşmadığını seçimler gösterecektir. Elbette bu gazı, millet, seçimlerde oyuyla almasını bilecektir. Fakat demokrasimizin önündeki duvar, yine yıkılamayacaktır. Oyun sürecektir.

Tekrarlayalım, sorunumuz, seçim barajı değildir. O bir biçimde halledilebilir. İşte şimdiden bir sus payı niteliğinde, belli bir barajı (%3-5) geçen tüm partilere, "Türkiye milletvekilliği" verilmesi formülü tartışılıyor. Ancak bu da hiçbir şeyi halletmeyecektir.

Temel sorunumuz, önümüzde dikili duran, yıllardır hiçbir düzeyde denetleyemediğimiz, oylarımızın meşruiyetini sorgulatan duvardır. Öncelikle tartışmamız gereken, her şeyin genel başkanların iki dudağının arasında biçimlendiği, yozlaşmış yapıları nedeniyle kurumsallaşamayan siyasi partiler rejimimizin içinde, neredeyse her taşı burada hazırlanan duvardır. Bu duvar, demokrasimizi, “iki dudak demokrasisi”ne dönüştüren, duvardır.

Bu duvar, siyasette ehliyeti ve liyakati, itaat ve sadakatle yer değiştirten, siyasi partiler rejimimizdir. Tüm partilileri birer amir-memur ilişkisine sürükleyen, ülkeyi bir iki genel başkan ve ekibinin vizyonuna mahkum eden, siyasi partiler ve seçim yasalarımızdır.

Parti içi demokrasiyi de bir çeşit oyun haline dönüştüren, farklı ses ve düşüncelere tahammülü yok sayan, yine bu duvardır. Evet, duvar gibi, kayıtsız, kendinden emin. Bu durumu eleştirseniz, konuşsanız, yazsanız da olmuyor, çünkü "duvara konuşuyorsunuz". Eğer susmaz, çok konuşursanız, "disiplini" bozmaktan kendinizi partinizin kapısında bulabilirsiniz.

Kerameti kendinden menkul, “iki dudağın” biçimlendirdiği bir düzende parti disiplini, artık tüm partililer üzerinde bir tahakküm aracına dönüşmüştür. Lider oligarşisinin ördüğü bu duvara dikkatle bakarsanız, üzerinde en çok şu yazıları okursunuz: İstikrar, uyum, parti disiplini, grup kararı, atama, ortak liste, delege ağalığı,ihraç, merkez yoklaması …

Bu duvarın sağı, solu yoktur. Birbirinin benzeri partilerin, parti yöneticilerinin hep birlikte ördükleri bir duvardır. Türkiye’de tüm yurttaşlarımızın siyasete katılması, demokrasi değil, “kendine demokrasi” isteyenlerden kurtulması için önce bu duvarın yıkılması gerekiyor. Milleti, seçimlerde tasdikçi konumuna indirgeyenler, parlamento sıralarına doldurdukları milletvekillerine de çoğu zaman, “sizi ben seçtim/seçtirttim, ona göre...” davranışını reva görmekten çekinmiyorlar.

Yaşadığımız paradoks, Siyasi Partiler Yasası ve Seçim yasasını tam anlamıyla demokratikleştirecek, bu duvarı yıkacak olanların, yine “iki dudağın” biçimlendirdiği listelerle, TBMM’ye girenler arasında olmasıdır. Ancak, bu vicdan, adalet duygusu, cesaret ve imkansızı başarma azmi, TBMM’nin manevi şahsiyetinde ve kurucu gücünde vardır. Bu gücü hisseden, “Biz, kurşun asker değiliz” diyen milletvekilleri, asıl samimiyet sınavını burada vereceklerdir. Yoksa bu söz de, yıllardır olduğu gibi, sadece bir “duvar yazısı” olacaktır.

Kırılma Noktası / Siyasal İletişim Gazetesi / 26.12.2005

Türkiye’de, Türkiye için siyaset yapmak...

Sanki hep aynı senaryo ve aynı film. Bitmeyen bir film, bu: Dizi film.

Her bölümde, ölen kahraman, bir sonrakinde tekrar canlanıyor. Kurtulamıyorsunuz! Bu, öyle bir kahramana dönüştü ki, artık ölmesi için dua ediyorsunuz, ama ölmüyor. Hani korku filmlerinde kötü roldeki adam ölür, “hah tamam, kurtulduk dersiniz”... Ama o da ne, aniden bir çığlık, “İYAA!” Ve elinde silahla bir hamle daha yapar. Ama onu öldürecek son bir kurşun vardır; sıkılır ve hepimiz rahat bir nefes alırız. Artık o, “tarih” olmuştur…

Bizde kimse “tarih” olmaz. Türkiye’de “tarih” sizinle birlikte yaşar. O kadar ki, “tarih” bir süre sonra tecrübe ve birikimiyle “Bir Bilene” dönüşür. Her şeyi bilen biri... Düşünsenize, ne mükemmel bir durum! Ancak, onlar mükemmelle de yetinmez, “çok mükemmel” olduklarına inanırlar. Sadece onlar mı? Elbette değil, bir de “ekip” vardır. Bir nevi “kılıç kalkan ekibi”... Her yere beraber gidilir, her yerde birlikte “oynanır”; gerektiğinde yakın koruma gerekirse “bakan” olurlar. Ekip, tarihle sürekli birlikte olunca, o da bir nevi “tarih” olur.

Ekibin bir kısmı, bir ara moda olan, “embedded gazeteci” gibidir, yani, neredeyse içine gömülmüştür kahramanımızın. Her yerde beraberdirler, içilen su ayrı gitmez... Ama o da ne? Birden, anlaşılmaz bir bağırış çağırış arasında, bütün kirli çamaşırlar ortaya dökülür. O kadar abartılır ki, renklilerin yanında “beyazlar” da yıkanır. Her şey “birbirine karışır.” Tüm renkler kaybolur; herkes, hatta her şey artık siyah beyazdır. Restleşmeler, çekip gitmeler başlar. Ama bu ayrılıklar “Ayrılsak da beraberiz” gibi bir şeydir. Çok geçmez, belki bir iki kapı dolaşılır, nutuklar atılır. Bir bakarsınız, sanki hiç ayrılmamışlar ve dillerde aynı nakarat, “Biz ayrılamayız.”

Peki ama, Türk siyasetine demir atan “kahramanlarımız” neyin ürünüdürler? Nereden çıkmışlardır? Elbette “milletin bağrından”. Milletin bağrından fışkıran “kahramanlarımız”, esip gürlerken, sıkışınca “sine-i millete” dönme arzusunda görünürler. Ama hamaset hep yedektedir; vatan ve millet, hamasetin elinde yeniden biçimlenir. Gidişi de dönüşü de muhteşem olur. Yaşananlar karşısında, kendinizi bir “sultanlıkta” hissedebilirsiniz.

“Kahraman”sanız, söylenecek “yeni” sözlere, iddialara çok ihtiyacınız yoktur. Hazır yemekler vardır, onları yeniden pişirip milletin önüne sürersiniz. İş görür mü? Elbette. Yalnız bir koşulu var: “Zamanın Ruhunu” yakalamış olmak. Bir başka deyişle, çanlar sizin için çalacak, bir “rüzgar” esecek, estireceksiniz. Yoksa “şimdi yeni bir şeyler söylemek lazım” artık sadece bir şarkıdır; siyaset ile uzaktan yakından ilgisi yoktur. Zaten “yeni” başa beladır! Adında “yeni” olan hiçbir parti, program bir, olmadı iki seçim sonrasını göremez.

“Siyaset” için hazır klişeler vardır. Üstelik klişeler yolunuzu açar, bir bakarsınız sadece yolu açmakla da kalmamış, yolun kendisi olmuş: Onların üstünde yürüyorsunuz, neredeyse sadece onlarla yürüyorsunuz. Klişeler hafife alınmaz, yılların tecrübesiyle şekillenmiş, çoğu zaman iyi iş görmüştür. Örneğin, her şeyi millet için istemek ve zaten onlar için varolmak: “Kendim için bir şey istiyorsam namerdim” bir klasiktir. Sözle dalga geçseniz bile, bu laf, söyleminizin arasından sızar. Siz kendinizi millete adarsınız! Onlar da size. Ne yaptıysanız ya da yapıyorsanız, sizden önce kimsenin bunu başaramadığını söylersiniz (Zaten “enkaz” devralırsınız hep). Onların 80 yılda yaptığını iki yılda, çok iyimserseniz, bir yılda yaparsınız. Olur mu demeyin, olur. “Rüzgar” hala esiyorsa olur, “medya” zamanın hala sizin zamanınız olduğuna inanıyorsa, daha neler olur. Siz yine başrolü kaparsınız, diğer kapılacakları da kapılananlar…

Zaten seçimi kaybetseniz, sonucun binbir nedeni ve sorumlusu vardır: Siz hariç. Hasbelkader barajı aşar, parlamentoya girerseniz, tek nedeni sizsiniz, gerisi boştur. Şimdi parlamento, yarın iktidar, ufukta sizi bekliyordur. Başrol sürer, kapıda kapılananlarla…

Öte yandan, “küçük olsun benim olsun partileri”, siyasal sistemimizin vazgeçilmezleridir. “Orada” olamadıkları için “burada” olanların kurduğu partilerdir bunlar. Oradakinin sahibi/lideri “mülkiyetine” zarar verme riski olanları barındırmaz. Oraya ne mücadelelerle, ne “kurultay ve delege” hesaplarıyla gelmiştir, artık onun uzmanıdır ve neredeyse sadece bu hesapların uzmanıdır. Siyaset hesap işidir, “işinize gelirse”dir. Program dediğiniz 20-30 sayfalık “kes/yapıştır” bir kitapçık, tüzük dediğiniz iki dudağın arasından çıkan ekibin, lütuflar manzumesi… İki dudağın arasında siyaset, uzun süren bir intihar gibidir. Ölümsüz zanneder kendini bu dudaklar. Estirdiği belagatla yayılır zehir yavaş yavaş damarlara; ilgi ve çıkar beklentileri uzatır zamanı... Yeni “rüzgarlar” esmeye başlayınca, unutulur, üzülürsünüz, yeni rüzgarların ardında süzülürsünüz.

Türkiye’de “iki dudak demokrasisi” vardır. Türkiye’de “lider” oligarşisi vardır. İktidarda veya muhalefette, tüm partileri yıllardır yiyip bitiren gerçek “virüs” budur. Hepimiz bunu biliriz, sindiririz, “işimize bakarız.” Kimin hangi partide, kurultayda nasıl genel başkan/aday olacağı; bir daha seçilip seçilmeyeceği; solda mı sağda mı, merkezde mi, “magazin” mi olduğunu tartışmanın; aynı filmi tekrar tekrar vizyona sokmanın kimseye bir faydası olmadı, olmayacak. Bu filmi, artık “tarih yapmak” zorundayız. Yoksa tüm toplum “tarih olacağız.”

Demokratik siyaset ve siyasal partiler, bu ülkenin gerçek çıkış noktası. Dün de böyleydi, bugün de böyle. Bu, dizi filme dönüşmüş çıkmazı seyretmeyi sürdürmek; senaryoda hala aynı kahramanlara rol biçmek, Türkiye’nin geleceğinden vazgeçmektir.

Artık kendimize itiraf edelim: Türkiye’de siyaset yapmak, bu siyasal partilerde imkansız! Türkiye için siyaset yapmak, bu seçim ve siyasi partiler yasalarıyla imkansız!

Türkiye’nin, yurttaşlık erdemine inanan, siyaseti tümüyle demokratikleştirecek insanlara ihtiyacı var: Anayasal haklarının bilincinde, kendini ortak iyiye ve özgürlüklere adayacak yurttaşlara…

Kırılma Noktası / Siyasal İletişim Gazetesi / 04.02.2005

İki Dudak Demokrasisi

Türkiye, AB yoluna önüne bir “engel” gibi konan “kriterlerle” boğuşarak devam etmeye çalışıyor. Artık en etkili ağızlardan “biz bu düzenlemeleri kendimiz (ülkemiz) için yapıyoruz” sözlerini duymak mümkün. Kısaca son 2-3 yıldan beri Türkiye’nin demokrasi ligine çıkmak için yaptığı yasal değişiklikler hızla artıyor. Tabi burda sorun sadece yasal çerçevenin çizilmesi değil. “Uygulama da önemli” diyenler, yeni “engelleri” mi dile getiriyorlar, yoksa “imam bildiğini okur” diye endişelerini mi dile getiriyorlar, o da çok belli değil.

Türkiye’de bir de değişmeyenler ve değiştirilmesi hiç dile getirilmeyenler, “yasalar” var. Üstelik demokrasinin özüne dokunan bu yaraya geçenlerde Ak Parti Milletvekili Ersönmez Yarbay tarafından tekrar parmak basıldı. Ak Parti geçen ay İstanbul’da yaptığı MKYK Toplantısında 11 il ve 39 ilçe yönetim kurullarını asil ve yedekleriyle birlikte fesh edip, görevden aldı. Yarbay bunun üzerine yaptığı basın açıklamasında diyor ki; “Seçimle gelen il ve ilçe yönetim kurulları yine seçimle görevden ayrılmalıdırlar. Partinin taşra yöneticileri devlet memuru değildirler. Parti yöneticilerinin devlet memuru gibi görevden alınması; partinin politika üretmesini engelleyecek, parti içi tartışma ortamını ortadan kaldıracak, parti üyeleri arasında Genel Merkez yöneticilerine yağ çekme yarışı başlatacaktır.”

Yarbay, bunları söylemeden önce parti kurucusu arkadaşlarına şunları da hatırlatıyor; “Biz değilmiydik Fazilet Partisi’nde teşkilat fesihlerine karşı çıkan, parti içi demokrasiyi savunan. Halk bu mücadeleyi onaylamıştı. Bunları unutmayın.”

Aslında her siyasetçi tarafından bilinen, ancak çok çabuk unutulan ve en çok unutulan konu budur: parti içi demokrasinin vazgeçilmez olduğu ve bir gün herkese lazım olacağı. Bir siyasal partinin nerdeyse varlık sebebi olan seçme ve seçilme hakkı, bu hakkın “masuniyeti”, en çok siyasi partiler içinde çiğnenmekte, yok sayılmakta. Kimi partileri “Kurultay Partisi” yapan, “delege ağalığı” terimini siyasi literatürümüze kazandıran, “kronik adaylar” yaratan hep bu unutkanlık! Parti içi demokrasiyi “siyasal kollamacılığa” kurban veren, “darbeler” karşısındaki kırılganlığın nedenlerini sorgulamayan zihniyet de, günü/kendini kurtarma telaşı içinde aynı unutkanlıktan malul.

Türkiye’de küçük oligarşilere dönüşen parti üst yönetimlerinin önlenemez yükselişi, tek, değiş(e)mez “geçerli” güç ve karar organı olarak egemenlik kurmaları da yine parti içi demokrasinin işlememesinin bir sonucu. Kısaca ifade etmek gerekirse demokrasimiz, “iki dudak demokrasisi”.

Lidere ve ekibine indirgenen parti yönetimi, liderin iki dudağı arasına göre biçimlendirilmiş “yasal” tüzük ile oluşturuluyor. Liderin zamanında ilgi gösterdiği bir yol arkadaşı, bu ilgi sürdüğü sürece parti içi demokrasiyi çok hatırlamamakta, ta ki tasfiyeler, görevden almalar, fesihlerle su yüzüne çıkan gerçek, herkese “yerini” gösterene kadar... Kimi zaman “parti disiplini” kimi zaman “grup kararı” kimi zamanda “iç tüzük” gerekçesiyle sesleri kısılan milletin vekilleri, partililer, parti içi demokrasinin olmadığı bir siyasi partide nefes alamayacaklarını artık anlamış olmalı. Bu durumda adaylıklarının iki dudak arasından belirlenmesini içine sindirenlerin daha sonra çıkarttıkları “ses”, ahlaki itibar açısından halk nazarında çok tartışmalı olmakta.

Bir siyasi partide herkes hukuksal güvenceye sahip olmadan o partide ve ülkede demokrasiden ve eşit koşullarda yarıştan sözetmek mümkün değil. Milletin önüne “sandık” koymak, demokrasi için yeterli değil. Sandığın öncesi ve sonrası demokrasiden ve adaletten nasibini almamışsa ortaya sadece “iki dudak demokrasisi” çıkıyor.

Çok uzun zamandır bu konunun Türkiye’nin en önemli sorunu olduğunu düşünüyorum. Temel sorunlarımızı, geleceğimizi iktidar ya da muhalefeti oluşturan iki dudakların arasına ve çevresinin ufkuna, yeteneklerine, gücüne terk ediyoruz. Üstelik bunu “demokratik” seçimlerle yapıyoruz. Bu durum Kopenhang kritercilerini de çok rahatsız etmiyor, siyasi partiler yasası ve seçim yasalarıyla ilgili talepler, dile gelenler “iki dudağın” yerini pek sarsmayacak nitelikte.

Peki durum tamamen umutsuz mu?

Elbette değil! Kimi “çatlak” sesler, hareketler, siyasi çıkışlar bu çıkmaza dikkat çekiyor. Örneğin, Isparta Sanayi ve Ticaret Odası, Isparta Ticaret Odası, Isparta Esnaf ve Sanaatkarlar Odaları birlikte bir imza kampanyası başlattı: “Lider Sultasına Son” (www.itso.org)
Basın bildirisinin bir bölümünde diyorlar ki: “(...) demokrasimizin zaaflarının, aksaklıklarının altında büyük ölçüde partilerimizin demokratik fonksiyonlarını yerine getirememeleri bulunmaktadır. Bunun en temel sebebi de parti içi demokrasinin işlememesidir...”

Durum umutsuz değil dedim, fakat zaman geçiyor. Zaman değerli, AB yolunda da iş bize düşüyor, artık kendimize itiraf edelim: Siyasi partilerimizi, bugünümüzü, geleceğimizi “iki dudağın” insafından ve lütfundan kurtarmak, demokrasimizin kökleşmesinin yegane koşulu.

Kırılma Noktası/ Siyasal İletişim Gazetesi /17.07.2004

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails